31 Ekim 2016 Pazartesi

İSTEDİM.........................

zaman: Ekim 31, 2016 0 yorum
Istedim ... Ruhumu cok uzaklarda birakan, uzakliklarin bile o uzaklari unutdurmuyucak kadar unutulmazlarimdan uzak Bir insanim ..Mesafelerin ne onemi var aslinda, eger bir yerlerde senin icin carpan yurekler Varsa, ... eger bir yerlerde senin adini a'nan insanlar, seni haitrlayip, dusunen, sen ne yedin, ne icdin deye dusunen insanlar Varsa ... Eger bir yerlerde sen kimlerinse duasindaysansa, kimlerinse seni gormek isteyen Gözleri Varsa, ... O zaman kisalir gunler, daralir tum zamanlar ... burdan cok uzaklarda bir yerlerde ben varim ..Bir Yerlerde ayagimin, bir yerlerde ellerimin: izleri var..Hatda nefesim var Bir yerde..verdiyim nefesim Belki de donmusdur bir Bir kosede..Bir bakişim var o yerlerde..Kimlerinse yuzunde damgalanmakda Olan bakişim .. Unutulmayan..ayak izlerim var daha yitmemiş, silinmeyen, el izlerim var .... Su an bir KUS olmak, durmadan oralara ucmak istedim..ve bir kenardan izlemek benim icin edilen dualari dinlemek istedim ...,  ... Annemin uzun-uzun sanki nereyese bakiyormus gibi durdugunu izlemek, ONUN duşuncelerindeki beni aramak istedim...beni benim kadar bunatan, bazen ayagimi ustundeki taşlarla inciten, bazen uzanarak Beni yormaya calisan yollardan..O yollarda ayak  izlerimi bulmak istedim..O yollarda Bir izimi bulmak ONU izleyib Belki unutdugum Bir hatirami hatirlamak istedim..Istedim, oralarda Bir yagmurun yagmasini Seyr etmeyi.Ya da gizlice durup, yagmurun altinda islanmayi...Catidaki kirlangiclari selamlamak, onlarin ucuşuna bakmak istedim.Yuzumde Güneşin isigi, kendimce gunese yaslanarak, bir seyleri dusunmek istedim..Istedim cocukluguma donmek , internetsiz, Telefonsuz cocukluguma.. okuldan caldigimiz tebaşirden  yere oyunlar cizerek , Cizgi filminin başlamasi icin, saat 8-i beklemek, TVde- 10dakikalik sevinc bahş EDECEK Diye heyecanla izlemek istedim ... Bazən aniden elektrik gitdiginde canavarin tavşani tam da yakalamak istedigi anda nasil da cok kederlendigimi , sabahdan akshama kadar zavallı tavşan icin uzulmemimi, sabah onu cizgi film izlerken  yeniden gorub sevinmemi yeniden yashamak istedim...Cocuklugumdaki gibi saklambac oynamak, hic kimsenin bula bilmeyecegi Yerlerde saklanmak, sonra her kesin kayb oldugumu duşunub eve kacdiklarini gorub gulerek saklandigim yerden cikmak istedim..Istedim, oyun oynadigimizda kayb edince yine kavga etmeyi ... .Bir filme bakmak istedim, saatlarce dalip, aksamsiz sabahsiz, aksamsiz O filmi istedim..Cok uzaklara Bir Günlük de olsa gitmek, bir gun icinde yillari tekrarlamak istedim.Istedim orlarada olupda, yine penceremizden daglarin arkasindaki O şehire gitmeyi istedim Hayel etmek ... sonra, uykumun geldiyini anlayip .. cok sevindim...Ve sonda, daglarin arkasindaki şehirden bu isteklerimi yazmami bitirmeyi istedim..Sonda yine kederlendim..Ve simdi Bir şey istedim  Belkide de bu an icin en cok istediyim bir shey..Penceremizden bakdigimda bu yuksek binalari degilde ,onlardan yuz defa guzel gorunen dagları gormek,ve daglarin arkasindaki tum istediklerimin oldugunu bilmek İSTEDİM.........................

30 Ekim 2016 Pazar

Her günün sonunda....

zaman: Ekim 30, 2016 0 yorum
Hiç şeyden şikayet etmeyeceğim ..
Yaşadıklarımdan, yaşananlardan,hiçbirinden.

Zamanın bize vermiş olduğu değişim, değiştirme şansından konusalim. İsteyerek ve istemeyerek, en kötü halde ne istediğimi bilmeyerek zamana karşı meydan okumamın bedelini ise yeteri kadar aldım.

Geçen yılla bu yılın karşılaştırmalısina girmek istemiyorum, çünkü o  an en eski anılarım uyanacak. Ama zaman oyununun yillar önce oynadığı oyunla bu günkü oyunu arasındaki yerle gök kadar farkı görmek var bir de. Oyuncular değişti, katılımcılar değişti, durum değişti .. kah artan, kah azalan, gah kaybeden, gah kaybedilen, gah butunlesen, gah yarım bırakan zaman ..

Hep yanımda olacaklarını düşünüp, ama bir gün beni terk edenler, müebbet yanımda olmaları için hayatıma dahil edip, ama bir gün terk edenler, devamlı hayatımdan çıkartdığımı düşünüp, ama terk ede bilemədiklerim ..

Acılarımı gülüşlerle sarmak, kinimin üzerini sevgiyle örtmek, yalanları doğrulara teslim gerekiyordu. Değişmek, değiştirmek gerekiyordu. Neredense, nedense, neredense çevremdenmi başlamak ...

Değiştiren zaman, hem de unutturur derler .. Nedense unutmadım. Hafızamdan silemedim. Bağışladım, ama ilgisiz kalinabilinirmi bilmedim. Her anı, her dakikayı, yaşadığım her saniyeyi .. Zamanın dokunmadığı, dokunamadığı, dokunmasına izin vermediğim anılar yazdım.

..benim kendime göre sebeblerim vardı
..SeNiN kendine göre yalanların vardı
..onun kendine göre doğruları vardı
..bizim kendimize göre hatalarımız vardı
..sizin kendinize göre inanma açınız vardı
..onların ise hiçbir şeyden haberi yoktu
..ya da belki de vardı.

Tüm bu şahıs zamirlerini fikrimde kişilerle sifatladim. Düşündüm .. Elbette her şey daha farklı olabilirdi. Ama belki de burada olmalıydik. Zaman hepimizi olmalı olduğumuz yere itip attı.

Zaman değiştirdi ..

Aldı, ger donduremedi, sadece değiştirdi.
Yukarıda tanımladığım zamirler gibi. . .

Bu günkü değişen frekanslarda - her şeyde sadece zaman ...
Zaman durmayıp hızla aktığı gibi etrafındakileri de kendi melodiyasına uyarlar ve
herkesi bu melodiyi dinlemeye zorluyor.
Ama bilmiyorum, adaletindenmi yoksa adaletsizliyindenmi , herkese ayrı bir melodi seçer. İnsanların sayısı kadar net seçildi mükemmel bir şekilde geliştirilen notalar, yaşam olaylarının gerçekleşmesi
şahsında söylenen şarkılar ...Hepsi de birbirinden farklı, bazılarında küçük ya da büyük
sayılabilecek benzerliklerin olmasına rağmen her biri kendine özgü, farklı ve benzersiz.

Belki de şu anda yaşamın anlamı olarak kabul ettiğimiz farklılık, renklilik budur - insan
evladinin sayısı kadar var olan yaşam olayları, talihler, yaşantılar, güzeranlar, hayat devam ettikçe
kendisiyle beraber sürükleyip aldigi yaşantılar,tekrarsız olaylar, günlük insanlara yaşatdıkları ...
Bazı anlarda birleşen, kavuşup yoluna beraber devam eden, kimi zaman ise ayrılıp yalnızlığı tercih
eden insan hayatları - birbirinin yakınlığından hızla yan geçen, azıcık yarasina dokunup kimlerise küçük etkilendiren, bazen ise birilerinin büyük felaketlere suruklenmesine neden olan ... Zaman harikası bilgileri budur - aynı zaman diliminde çeşitli mekanlarda kimler içinse zamanın farklı şekilde
geçmesi.
Bazıları nerede ve neden olduğunu çok güzel anlıyor, buna
uygun olarak hayat kurmaya calisiyor ve  ve fakat bazıları tamamen ayrı yönlerde yaşayıp maalesef
sonunda yok olmaya mahkum oluyor ...
Her günün sonunda...

12 Ekim 2016 Çarşamba

NERMİNE MEMMEDOVA SEVEYDİN (Türkiye Türkçesiyle)

zaman: Ekim 12, 2016 0 yorum












İllərlə mən sənin oduna yandım      (Yıllarca ben senin ateşine yandım)
başka birisine meyil salmadım        (Başka birisine meyil etmedım)
her yanda her zaman adını andım  (Her yanda, her zaman adını andım)
Eşqin sualından cavab almadım     (Aşkın sorusundan cevap almadım)
gözledim gözledim                          (Bekledim, bekledim,)
Səndən mən cavab almadım.         (Senden ben cevap almadım.)

Gözdən uzaq olub düşmə dünyada (Gözden uzak olup düşme dünyada)
Yalançı məhəbbət aldatdı səni         (Yalancı aşk aldattı seni )
Dözülməz ağrıdır düzü dünyada      (Dayanılmaz acıdır dogrusu dünyada )
Sən yarı sevəsən, yar özgəsini        (Sen yarı sevesen, yar baskasini)
Nədəndir, nədəndir,                          (Neden, neden,)
De sevdin sən özgəsini                    (söyle sevdin sen baskasini )
Kimdir yanındakı tanı sən gözəl        (Kimdir yanındaki tanı sen, güzecel)
Onun nə əhdi var, nə etibarı              (Onun ne ahdi var,nede güveni )
Ay məni bəyənib, sevməyən gözəl    (Ay beni beğenip, sevmeyen güzel)
Məndən yaxşısını sevəydin barı         (Benden iyisini Seveydin bari)
 Sevəydin, sevəydin,                           (Seveydin, Seveydin,)
Yaxşısın sevəydin barı                          (Iyisin Seveydin barı)

11 Ekim 2016 Salı

DANABAŞ KÖYÜNÜN ÖYKÜSÜ - 5 (CELİL MEMMEDGULUZADE)Türkçe Çeviri

zaman: Ekim 11, 2016 0 yorum
“Baş üstüne”, dedi. Çıkacaktı, kadı yeniden odaya çağırdı onu ve “Gözümün nuru” dedi. “Ben iki öğüdüm var demiştim, birini söyledim, ikincisini de söyleyeyim, öyle git.” 
“Buyur kadı efendi.” 
“İkinci öğüdüm, bizim bu işimiz ölünceye dek içimizde kalmalı, kimseye anlatılmamalı.” 
“Ey kadı, çocuk musun? Beni cahil mi sandın?” 
“Dinle sözümü bitireyim. Evet bu iş mahfi kalmalı.” 
“Ne kalmalı, ne?” 
“Saklı yani. Kimsenin haberi olmamalı. Buraya getireceğin adamlar senin çok yakın arkadaşların olmalı, ser verip sır vermeyen arkadaşlardan. Tabii biz burada şeriata aykırı bir iş yapmıyoruz, ama bu tür işler seyrek çıktığından, her duyan öküz altında buzağı arayacak. Öyleyse bu iş yalnızca, senin, benim ve onların arasında kalmalı, sızmamalı, vesselam. Şimdi gidebilirsin.” 
“Baş üstüne kadı efendi. Tabii ki öyle kalacak.” 
Bunları söyleyen Hudayarbey kadının evinden çıktı, yoluna koyuldu. 
III 
Hudayarbey sevinçle çarşı mescidine varıp indi derenin kıyısına, abdest alıp girdi mescide, namazını kıldı, doğru çarşıya. Çarşıda kadı efendinin sözünü ettiği, Ermeni'nin dükkânını sora sora buldu ve bu büyük dükkâna girdi. Tezgahın arkasında şiş göbekli bir Ermeni oturmuş yazı yazıyordu. Hudayarbey dükkânın içinde bir bu yana, bir o yana baktıktan sonra çubuğunu alıp doldurmaya başladı. Garapet ağa kalemini yere koydu ve şaşkın baktı Hudayarbey'in yüzüne. Hudayarbey çubuğunu doldurunca Garapet ağaya yaklaştı ve elini iç cebine sokup bir çimdik kav çıkardı, tuttu Garapet ağanın önüne ve “Zahmet olmazsa” dedi. “Bir kibrit çak, kav yansın.” 
Garapet ağa onu hışımla yanıtladı, 
“Sen burasını kahvehane mi sandın, defol karşımdan, eşşoğlu eşşek, defol!” 
Bunları söylerken Garapet ağa'nın ayağa kalkıp tezgahın üstünden Hudayarbey'in üzerine atlamak istiyor gibi bir hali vardı. Hudayarbey beklemiyordu, çok şaşırdı Ermeni'nin davranışına, kenara çekildi. Garapet ağanın kavını yakmayacağını kestirememişti. O Danabaş Köyü'nde herhangi bir insandan böylesi bir tepki görmemişti. Çubuğunu cebinden çıkarınca kavını yakıp ona tutmamaya kim cesaret ederdi? Ne yaparsın, Danabaş Köyü Danabaş'ta kaldı. Burası kent. Kent Danabaş Köyü'nün yerine geçemez. 
Hudayarbey az ekşitti yüzünü, astı suratını. Garapet'i şöyle yanıtladı, 
“Patron, sen haksız bağırıyorsun ama ben senin dükkânını soymaya mı geldim? Alışverişe geldim. Bana bağırman çok gereksiz. Ben şeker almak istiyorum.” 
“Öyle mi? Sen benden yarım girvanke şeker al, ben ellerinden öperim!” 
Hudayarbey çubuğunun tütününü kesesine boşalttı, çubuğunu beline taktı ve yanıtladı, 
“Patron önce beni bir tanı, kim olduğumu öğren, sonra bana bağır. Ben senin sandığın adamlardan değilim, yarım girvanke şeker almak için başını ağrıtacak. Ben Danabaş Köyü muhtarı Hudayarbey'im. Ben senden yarım girvanke şeker almaya gelmedim, ben senden bir kelle şeker alacağım, hem de kocaman kellelerden.” 
Garapet ağa biraz yumuşadı ve “Başımla beraber, ben ne dedim ki? Ben neden bir kelle şeker almıyorsun demiyorum ki. Ben diyorum ki, ben yazı yazarken kavı bana uzatman doğru değil. Çünkü yazımda şaşırdım, yanlış yazdım, ne olacak? Şimdi onca yazıyı yeniden yazmak zorunda kalacağım.” 
“Ne yapalım, olmuş bir kez. Şimdi, şekeri bana kaça bırakacaksın, onu söyle?” 
Garapet ağa tezgahın tahtasını kaldırıp çıktı tezgah arkasından ve üst üste dizilmiş olan kelle şekerlerin yanına geldi, bir kellenin üstüne elini koyarak konuşmaya başladı, 
“Bak, bey kardeşim. Bu şeker, şekerlerin en iyisidir. Bu şekeri sana yedi manat iki şahiden hesaplarım. Bu en iyi şekeri.” 
“Yok canım, şaka ediyorsun. Şekerin fiyatı şimdi her yerde yedidir. Beni saf mı buldun?” 
“Neredeymiş yediye şeker? Yok öyle şey, dinime imanıma yok. Yedi, iki şahiden bir kapik eksiğine hiçbir yerde şeker bulamazsın.” 
Hudayarbey bir süre konuşmadı, çubuğunu çıkarıp tütün doldurmaya başladı. Garapet ağa cebinden kibrit çıkarıp çaktı, Hudayarbey de çubuğu yaktı ve “Peki, peki”, dedi. “Senin pahacı olduğunu çoktan beri bilirdim. Senle baş edilemez. Peki, peki, al bir tanesini tart bakalım ne kadar eder.” 
Garapet ağa büyüklerinden bir kelle seçti, kucaklayarak aldı, teraziye koydu. 
“Bu on, bu da on, yirmi. Bu beş, bu üç, bu iki, bu da yarım. Evet tam otuz yarım girvanke. Otuz girvankesi otuz abbasi, bu altı manat, çıktık dokuz şahisini, kaldı beş manat on bir şahi.” 
Garapet ağa kelle şekeri teraziden alıp yere koydu. 
“Garapet ağa şimdi Tanrı'ya şükür beni tanımış oldun.” 
“Nasıl yani tanıdım?” 
“Şimdi kim olduğumu bildin yani.” 
“Sen kimsin ki?” 
“Ben Danabaş Köyü'nün muhtarı Hudayarbey'im.” 
“Ben de İkinci Gild Gupets Garapet ağayım.” 
“Tanrı senden razı olsun. Bunları ben onun için arz ettim ki şimdi dünyada düzenbazlar çoğalmış… Örneğin veresiye alışveriş yapar, Tanrı'ya, peygambere ant içerler ki üç günden sonra parayı getirirler diye… Üç gün olur, üç ay, belki de üç yıl… Ancak ben böylesi bir düzen içindeysem Tanrı benim cezamı versin, bu durumlara da düşmeyeyim. Doğrusunu söylemek gerekirse, bugün işlerim biraz ters gitti. Kente gelirken yanıma para almamışım. Şimdi ben kelleyi alıp götüreyim. İnşallah, yarın sabahleyin erkenden senin beş manat on bin şahini burada teslim ederim.” 
Garapet ağa bu sözleri duyar duymaz ivedilikle kelle şekeri götürüp yerine koydu, döndü Hudayarbey'in yanına, sağ elini omzuna koyarak, sol elle de kapıyı gösterdi. 
“Hadi git, git… Çık dışarı, çabuk ol, git burdan, hemen şimdi çık git! Defol!” 
Hudayarbey, sus pus dükkândan çıktı, düştü yola. Akşam ezanına yarım saat kala gelip eşeği emanet ettiği kervansaraya vardı. Daha kapıdayken, içeriden kısa kaftanlı, boz sapkalı, beyaz gömlekli, asık suratlı, bir adam Hudayarbey'e çıkıştı, “Beyim” dedi. “Tanrı iyiliğini versin, hadi gel bu huysuzdan bizi kurtar. Yahu bu belayı getirip ahırımıza bağladığından beri başımıza kalmadık oyunlar açtın. Getireyim, al götür Tanrı aşkına!” 
Kervansarayın kahyası olan kısa boylu adam bunları söyledikten sonra eşeği getirmek için avluya gitmek isterken Hudayarbey çağırarak onu durdurdu, 
“Yavaş ol biraz, ne diyorsun, ne demek bir bela getirip ahıra bağlatmışım?  Ne olmuş, anlatsana.” 
Kahya el kol hareketleri yaparak yüksek sesle söze başladı, 
“Be adam, ne olur ciddi ol, hiç halim yok. Eşeğini çıkarayım, al götür.” 
Hudayarbey de bağırarak yanıtladı onu, 
“Yahu, doğru dürüst anlat bakalım ne olmuş.” 
“Ne olsun isterdin, be adam, halkın eşeğini çalıp getirmiş, kervansarayıma bırakmışsın. Niye? Bana kastın mı var?” 
“Deli misin sen? Yoksa sarhoş mu? Halkın eşeğini mi çalmışım? Bir sözcük daha söylersen pişman ederim seni.” 
“Peki, başka eşek bulamıyor muydun, gidip Mehemmed Hasan amcanın eşeğini getirdin bizim kervansaraya, bizi de sıkıntıya soktun?” 
“Nasıl bir sıkıntıya sokmuşum seni ben?” 
“Ne sıkıntı olacak. Sen eşeği tavlaya getirip bağlayıp gidince, Mehemmed Hasan amcanın küçük oğlu ok gibi girdi kervansaraya, eşeği alıp götüreceğim diye. Nasıl veririm eşeği ona? Ya da ne söyleyebilirim? Oğlan kendisini yerden yere vurdu, ya öldürürüm kendimi, ya da hemen verirsin eşeğimi götürürüm diyordu. Sonunda umarsız gidip zabıta çağırdım, oğlanı döve döve attı dışarı.” 
“Yazık, yazık, yazık ki ben yoktum burada. Vallahi leşini sererdim oğlanın. Onu sağ selamet köye gönderir miydim? Sen neden gelip beni çağırmadın? Neyse geçmiş artık, şimdi hava kararıyor, köye dönemem, kalmalıyım, eşek de kalacak. Bu gece konuğunum, Kerbalayi Cafer amca.” 
“Konuksun, başımın üstünde yerin var, tabii bu saatte yola çıkılmaz. Hava karardı. Hadi eve gidelim, oyalanmayalım.” 
Kerbelayi Cafer önde, Hudayarbey onun arkasında karanlık küçük bir hücreye girdiler. Kerbelayi Cafer içeri girince bir kibrit çakarak solda duvara asılı küçük lambayı yaktı ve konuğuna yer gösterdi. Hücrenin tabanında kilim, yukarı başta yatak yorgan, köşede bir güğüm, bir ibrik ve süpürge. Kirli duvarların rafı, dolabı yoktu. Hudayarbey oturdu kilime ve sırtını yüke dayadı. Çubuğunu çıkarıp doldurmaya başladı. Sonra Kerbelayi Cafer amcaya dönüp, “Otur bakalım Kerbalayi Cafer amca” dedi. “Gel bana bir de ateş ver, lütfen. Gel, gel otur söyleşelim.” 
Çıkardı ayakkabılarını Kerbelayi Cafer, gelip oturdu, kibritini çakıp Hudayarbey'in çubuğunu yaktı. 
“Kerbelayi Cafer amca, sen bu olup biteni bana anlatmamalıydın. Yüreğimi yaraladın. Allah Muhammed Hasan amcanın belasını versin. Beni halk içinde rezil rüsva etti. Bu yaşıma geldim, böylesine bir davranışla karşılaşmadım.” 
Hudayarbey sözünü bitirince yerinde doğruldu ve çubuğunu Kerbelayi Cafer amcaya tuttu, o da ya Allah diyerek derince bir soluk aldı çubuktan.
 “Haklısın Hudayarbey, ama Muhammed Hasan amcanın ne günahı var? Sen eşeği getirirken, ona haber verseydin böyle olmazdı. Eşeği senin getirdiğini bilmiş olsaydı oğlunu göndermezdi.” 
“Yahu, vallahi eşeği Muhammed Hasan amcanın kendisi verdi,  kendi elleriyle,  o neden inanmıyorsun?” 
“Canım, neden inanmayayım? İnanıyorum.” 
“Kuran Mushaf çarpsın kendisi verdi. Neden ben, üç yüz evin muhtarı ola ola bir eşek bulmayıp başkasınınkini çalayım?” 
“Hayır inanıyorum, niye inanmayayım?” 
Kerbelayi Cafer doğrulup çubuğu verdi Hudayarbey'e, o da bir iki derin soluktan sonra yine söze başladı, 
“Göreceksin bunun öcünü nasıl alırım Muhammed Hasan amcadan, almazsam bu sakalımı kestiririm.” 
Biraz gülümsedi Kerbelayi Cafer amca, sordu, 
“Peki, sen ne yapacaksın ona?” 
“Ben mi ne yapacağım ona? Canına okurum onun. Ben muhtar değil miyim? Gün olmaz ki onun bana işi düşmesin; alırım ayaklarımın altına, paspasa çeviririm.” 
On oniki yaşlarında bir oğlan sol elinde bir çömlek, sallaya sallaya içeri girdi. Çömleği yere koydu ve Kerbelayi Cafer amcaya, 
“Baba”, dedi. “Bugün anam eti biraz yaktı, bir bakar mısın, yenebilecek gibi mi?” 
Kerbelayi Cafer amca öfkeyle yanıtladı, 
 Allahu Ekber, şeytana lanet. Olacak şey mi Tanrı aşkına, şu benim halime bak. Gün olmaz ki bu itin kızı eti yakmasın ya da kediye kaptırmasın.” 
Oğlan başını önüne indirip, 
“Öyle değil be baba” dedi. “Vallah anamın hiç günahı yok. Bugün hamama gitmişti. Gonca'ya ete bakmasını tembih etmişti, Gonca da bilmem neyle uğraşıyormuş, et yanmış.” 
“Hamam üstüne çöker inşallah, bugün gitmesi şart mıymış?” 
Oğlan şaşkınlıkla sordu, 
“Ne zaman gitmeliydi yani?” 
Hudayer muhtarı açlık çok etkilemişti. Sabah köyden çıktığından beri kursağına hiçbir şey girmemişti. Kadının bir bardak çayından başka. Oğlan çömleği içeri getirince, “bozbaş”ın kokusu Hudayarbey'in iştahını açtı. İçinden Kerbelayi Cafer amcanın karısına iki bin kez sövdü. Baba-oğul tartışmasının uzamasının açlıktan bayılmasına neden olacağını duyumsayınca çömleği salladı, araya girdi, 
“Kerbelayi Cafer amca, vallahi ne dersen de, ben diyorum ki oğlan bilmiyor, et yanmış değil, biraz kavrulmuş belki. Kokusu çok güzel.” 
Kerbelayi Cafer yerinden kalkıp odanın bir köşesinden bir kaşık bulup getirdi, çömleğin başına çömeldi, dikkatle kapağını kaldırdı, bir kaşık yemeğin suyundan tattı, ağzını şapırdattı, yüzünü ekşitti ve “Hayır, bu et yenmez!” dedikten sonra karısına sövdü, ilendi. Neyse ki umarsızlıktan sofrayı açtı, ortaya koyduğu tepsiye ekmek doğradı…

10 Ekim 2016 Pazartesi

DANABAŞ KÖYÜNÜN ÖYKÜSÜ - 4 (CELİL MEMMEDGULUZADE)Türkçe Çeviri

zaman: Ekim 10, 2016 0 yorum
İhtiyar geldiği yoldan dönüp gitti. Birkaç dakika sonra, delikanlı dar dehlizden çıkıp eliyle Hudayar'a gelmesi için işaret etti. Hudayarbey delikanlının ardınca dar dehlizde ilerledi, girdi sofaya ayakkabılarını çıkarıp delikanlıyı izleyerek Kadının odasına girdi. Girince de şaşkına döndü, selam vermesini bile unuttu. Demin görüp konuştuğu yaşlı adamın odanın yukarı tarafında minderin üstünde oturduğunu gördü. Anlaşılan yaşlı adam Kadının kendisiymiş. 
Kadı gelenin verimli bir başvuru sahibi olduğunu hemen anladı. Selam vermediğine aldırmadan ayağa kalkıp selamladı ve yukarılarda, kendi yanında yer gösterdi Hudayarbey'e. O da selam verip gösterilen yere kuruldu ve kelle şekeri yere koydu. 
Kadının odası büyük, yüksek tavanlı ve beyaz badanalıydı. Odanın otuz yedi tane dolaplı rafı vardı hepsi dolu. Sayısız çini, porselen, birkaç semaver, küçük sandıklar, nargile, dört beş Rus malı kelle şeker ve ıvır zıvır. Yığınla bohça ve giysi ve iki raf dolusu kitap, yerde pahalı halılar, seccadeler… 
Odanın yukarı tarafında üç büyük demir sandık, üzerinde insan boyu katlanmış halılar, keçeler, kilim ve cicimler… Yüklükte çarşafa sarılı dört beş takım yatak yorgan ve döşek. 
Kadı kadife bir minder üstüne kurulmuş, bir çift yastığa da sırtını dayamış, oturuyor. 
Hudayarbey, şekeri yere koyunca, Kadı gülerek ona döndü ve “Beyim bu şeker de neyin nesi?” diye sordu. 
Hudayar gülerek yanıtladı, 
“Kadı efendi, hayırlı bir işimiz var. Şekeri ağız tatlılığı için getirdim.” 
“İnşallah isteklerin tatlıya bağlanır kardeşim.  
“Nikahda hayır var, çok güzel, çok güzel. Tanrı mübarek kılsın. Nikah senin için mi, yoksa başkası için mi?” 
“Kendim için kadı efendi, eğer iş yoluna girerse.” 
Kadı yüzünü kapıya çevirip uşağını çağırdı, ona kelleyi ortadan kaldırmasını, nargile doldurmasını ve çay demlemesini söyledi, sonra yine Hudayarbey'e döndü, 
“Ne buyurdun? İş yoluna mı girse?” 
“Evet Kadı efendi, eğer lütfeder de arayı bulursanız, işi yoluna korsanız yaşam boyu duacınız oluruz.” 
“İşin yoluna girmesi de nasıl olacak ki? Okurum olur biter. 
“Doğru söylüyorsunuz Kadı efendi, ama kadın tarafından da bir vekilin bulunması gerekir.” 
“Tabii ki gerekir, ben vekil gerekmez demiyorum ki. Bir de tanık gerekir. Vekilsiz, tanıksız muta okunmaz. 
Hudayarbey başını önüne indirdi, biraz düşündükten sonra yanıtladı, 
“Tabii öyledir.” 
Kadı yine Hudayarbey'e baktı ve “Peki, vekil ve tanığın nerede?” 
“Ne yazık ki ne vekil var, ne de tanık, ne yapmalı?” 
Kadı iyice şaşırdı, 
“Ne vekilin, ne de tanığın var, nikah aktini nasıl okuyacağız?” 
“Evet, kadı efendi, tam buyurduğunuz gibi. Nasıl?” 
“Vallahi seni hiç anlayamıyorum. Eğer nikah akti yaptırmak istiyorsan kadın tarafından bir vekil bulunması gerekir. O zaman akti okurum. Eğer vekil ve tanık burada değilse, iş sonraya bırakılır. Onlar gelir, o zaman okuruz akti. Ama başka bir engel varsa o da senin sorunun.” 
Hudayarbey, kadıyı dinledikten sonra bir süre daha sustu, sonra belini doğrultup kapıya bakarak sesini alçattı, 
“Çok haklısınız kadı efendi, bir sorunum var, Tanrı'dan saklı değil, senden niye olsun…” 
“Anlat, anlat, tabii ki benden de gizli olmamalı.” 
Kapı açıldı, delikanlı tepsi içinde iki bardak çay getirdi, birini kadının, ötekini de Hudayarbey'in önüne koydu. Kadı odadan çıkmasını elle işaret etti. Delikanlı çıkıp gittikten sonra Hudayarbey alçak sesle, 
“Kadı efendi,” dedi. “Gerçek şu ki bizim Danabaş Köyü'nde dul bir kadın var. Çoktandır onu kendime nikahlamak istiyorum, ama kadın yanaşmıyor. Onu benden ürkütmüşler mi ne? İstemem diyor, başka bir şey söylemiyor. Ben de umarsız kaldım, kapınıza geldim, derdimi anlatmaya geldim, fikrinizi almaya… Belki siz umar bulursunuz derdime.” 
Bu anda küçük kız kapıyı açıp başını soktu içeri ve “Anam burada mı?” diye sordu. 
Kadı ona bağırınca kız ortadan yitti. Sonra delikanlı nargile getirdi, kadının önüne koydu. Odada oyalanmaya baktı. Kadı ona gitmesi için el etti, sonra nargileyi fokurdatarak konuğuna döndü, 
“Ne yapmamızı istersin?” 
“Ayağının türabı olayım kadı efendi, nasıl yaparsan yap, olsun bitsin bu iş.” 
Kadı nargilesinden derin bir soluk aldı, başını iki yana sallayarak, 
“Getirdiğin iki girvankelik şeker karşılığında karıyı zorla getirecegimizi sandın değil mi, seni açıkgöz pinti seni.” 
Hudayarbey yerinde doğrulup sağ elinin şahadet parmağını kaldırarak kadının yanıtını verdi, 
“Bak kadı efendi, sen bu işi yap, gör başımı yolunda feda etmezsem namerdim!” 
“Yok birader, başın bana gerekmez. Tanrı başını hep dik tutmana yardım etsin. Bana gerekli olan şudur, bak şu…” 
Kadı bunları söylerken sağ elini, büyük kelle şekeri boyunca kaldırmıştı. Sözünü bitirince de elini indirmedi, Hudayarbey'in yüzünde etkisini aradı, ancak olumlu yanıtı duyunca indirdi. 
Hudayarbey'in yanıtı şu oldu, 
“Kadı efendi, beni ne sandın? Ben ciğeri beş para etmez insanlara benzemem. Biliyor musun, erkek başına börkünü neden giyer? Ona erkek demeleri için. Ayrıca bir erkek yüzüne karşı söz verip yüzünü dönünce sözünde durmazsa, kancıktır. Ben bunu bilirim, bunu söylerim. Sen bir Rus kelle şekeri istiyorsun, ben on bir kelle getiririm, inan bana. Param yok mu sanıyorsun? Hayır, var. Senin gibi büyüklerin önünde mahçup olmayacak kadar varsıllığım var, elhamdülillah. Hiç merak etme, bana güven.” 
Hudayarbey susunca kadı başladı. 

“Tanrı seni utandırmasın dostum. Ben insan sarrafıyım, yüzünü gördüm mü, insanın neyin nesi, kimin fesi olduğunu anlarım. Üstelik yaşlıyım, seksen, belki de daha fazladır yaşım, bu da benim çok deneyimli olduğumu gösterir. Ben senin yüzüne bakar bakmaz, nasıl birisi olduğunu hemen anladım. Eğer gözüm seni tutmasaydı, seni karşıma alıp söyleşmezdim. Oysa maşallah çok değerli bir insan olduğun anlaşılıyor. Bu yüzden sen de bu işte sana karşı mahcup olmayacağımdan emin olmalısın. Ben ne yapayım on bir kelle şekeri. Sen bana iki tane getirsen bile, birini kırdırıp yoksullara dağıtırım, senin de buyurduğun gibi ağızları tatlansın. Oysa ben senden yalnızca bir tek Rus kelle şekeri almış olacağım, vesselam! Yani benim senden istediğim fazla bir şey yok. Hani şekerin yanında bir girvanke de çay getirsen makbule geçer, karşı çıkmam.” 
“Bak bu gözüm üstüne, bak bu gözüm, bak bu gözüm, bak bu gözüm üstüne.” 
Bunları söylerken, sol elini kah sağ, kah sol gözünün üstüne koyuyordu, sonunda tümcesini şöyle bitirdi, “Kadı efendi son sözünü söyle, bu dediklerin başımla beraber, şimdi söyle bakalım benim işimi nasıl yoluna koyacaksın?” 
Kadı başını önüne indirdi, bir süre tespih çekti, sonra, “Ya Allah” deyip ayağa kalktı. Kitap raflarına gitti, kitaplarını eşeledi, kara ciltli kalın bir kitap seçip getirdi, yerine oturunca önünde açtı. Gözlüğünü taktı gözüne ve başladı içinden okumaya. Kadının sesi çıkmıyor, yalnızca dudakları kımıldıyordu. On dakika kadar geçti, birden kadı okumasını kesti ve sol elinin şahadet parmağını kitabın okuduğu sayfasında bir satır üstünde tuttu, Hudayarbey'e döndü, 
“Bey, çözümü zor bir sorun bu… Böylesi işler seyrek çıkar karşımıza… Bakalım şeriat bu konuda ne buyurur diye kitaba bakmamız gerekti.” 
Kadı sözünü bitirince yeniden girdi kitaba, bir süre daha okuduktan sonra, sevinçle kapadı kitabı ve önünde bıraktı. 
“Çözeceğiz bu sorunu inşallah, oldukça kolay bir yoldan çözeceğiz. Bey buyur bakalım, şeker ve çay ne zaman geliyor?” 
“Hemen şimdi kadı efendi, hemen şimdi kalkıp gidip alayım istersen, o iş kolay…” 
“Beyim, önce getireceklerini getir, şuraya koy bir görelim. Sonra gidip köy halkından güvendiğin üç beş kişi al getir. Ama bunların hepsi senin yakın arkadaşın olmalı. Aralarından birinin, 'O kadın benim anamdır' demesi gerekir 'Ve bu adamla', yani seninle, 'Nikah akti yaptırmak ister ve beni bu konuda vekil kılmıştır'. Ötekiler de tanıklık edecekler, ben de nikah aktini okuyacağım, vesselam… İş biter, hadi hayrını gör…” 
“Kadı efendi, eğer iş bu yolla bitecekse, çok kolay demektir. Üç beş kişiden ne çıkar, istersen yüz kişi getiririm köyden. Ne sorarsan sor, hepsi benden yana konuşacak.” 
Hudayarbey sözünü bitirince ayağa kalktı ve sürdürdü, “Gidip bakalım, koyde bizim köylülerden kimler var…” 
Tam kapıdan çıkarken, kadı çağırdı, 
“Bey hele dur, zahmet olmazsa gir odaya, iki öğüdüm var. Birincisi şu ki şekere ve çaya dünyanın parasını vermek zorunda kalacaksın. Tabii bu parayı sokaktan toplamadın, alnının teriyle kazanıyorsun. Öyleyse malın iyisini satın almalısın. Kötü dönemde yaşıyoruz, herkes kazıklamaya çalışıyor insanı. Çarşıda Garapet ağa yeni kelle şeker getirtmiş, Rusya'dan, adına Prodski diyorlar. Ondan almaya çalış. Çay konusunda da kendin bildiğin gibi dikkatli olursun, yani nasıl olursa olsun.” 
Devami var....

2 Ekim 2016 Pazar

Egilmeyen, bana hayat dersi veren Çınar

zaman: Ekim 02, 2016 0 yorum

Ben çocukken evimizin önünde üç çınar agacı vardı. uzun,dik görünümlü,düz agaçlardı.Onların içinde biri bana daha çok yakındı çunki,balkondan bakınca ilk onu görürdüm,ve evden cıktığımda da sola bakdığımda her gün karşılaşırdık.Tüm gecmişimi belkide benden daha iyi o biliyor.Her gün karşlaşdığım biriydi o cınar.Okula başladığımdan okulu bitirmeme kadar olan tüm günlerimin canlı tarihiydi.ben ona binlerle farkli halde bakmışdım…binlerce bakışların içinde gözü yaşli anlarimda,sevinçli anlarımda ,sıradan anlarımda oldu..hiç unutmam, herzaman evden çıktığımda sola dönüp ilk pencerden ona bakardım.Kah sevincle,kah hüzünle,kah da ki sakin…ben sadece baka kalırdım çinara…Çunki her mevsimdede gözümün önündeydi onun guzelliyi…Kışın ben üzerimi kalın giyinip soğukdan şikayetlene-şikayetlene evden çıkarken yaprakları dökülmüş çınarı görürdüm yine.Yine yüce ,yene dik güçlü duruşu olurdu.Yazda,yapraklı,yem yeşil olduğu gibi..Hiç bir sonbaharin güçlü rüzgarı eyemedi cınarımın kalbini…Biliyordum,tebiatın yaratdiği ruzgarlar,kar cok incitiyordu onu.Amma,o eyilmezdi hiç bir zaman..Cünki,ben onu izliyordum.Bana göstermek,anlatmak istiyordu hayatı..Ve ben anlıyordum.Biliyordum,biliyordum ki çınar ağacının aslında bana göstermek istiyordu ki,ne kadar rüzgarlar essede ömründe,ne kadar soğuk havalar olsa bile sen kendini eymemelisin.Sen eyilmemelisin… zaman geçerken ben büyüyordum oda büyüyordu.Ve her gün bana göstermek,demek istediyi bir “nasihatı” ile…Ne olursa olsun eyilmemek ,cınar gibi güçlü kalmayı  ben o cınar ağacından öğrendim..Ayni omru ayni yaşi paylaşdığım belkide en ibretli varlıkdı o..Insanların söyleyemediyi ,gosteremediyi metaneti,cesareti,kararlığı o gösterdi bana…Mesafeler bizi ayırsada her defa hayatdan yoruldum derken yine düşündüyüm oydu.Sanki yolumu bekliyormuş gibi bakıyor,yapraklarını hışırtarak selamliyor beni düşümde.Ve boşuna sinirlenmeler,boşuna dökülen göz yaşları,ve boşuna  “kaşlarını catmış” gözler.Hepsi gelib geçiyor gözlerimin önünden..Başımı dik tutarak teşekkür ediyorum dostuma…Öğretdiyi en iyi bildiyim eğilmemek dersi için...
 

DAN ULDUZU Template by Ipietoon Blogger Template | Gadget Review