24 Haziran 2016 Cuma

DANABAŞ KÖYÜNÜN ÖYKÜSÜ - 3 (CELİL MEMMEDGULUZADE)Türkçe Çeviri

zaman: Haziran 24, 2016 0 yorum

Mehemmed Hasan amca yine yanıtladı onu, 
“Görüşe gelmenin herhalde yararı vardır. Çünkü aramızda görüşmeler olmazsa ilişkilerimiz kopar.” 
Sırayla oturan köylülerin hepsi bu konuda Mehemmed Hasan amcadan yanaydılar. Çünkü Meşhedi Oruç'un sorusu düşündürücü olsa da, alışılmamıştı. Birileri ziyaretten dönecek de onun görüşüne gidilmeyecek, olacak şey değil. Tartışma en az bir saat kadar sürdü. Çubuklar doldu, boşaldı… Her birinin önünde bir tepecik kül birikti. Söyleşinin en tatlı yerinde, sokağın sol tarafından dönemeci birisi döndü, hızla gelip köylülere yaklaştı, selam verdi ve Mehemmed Hasan amcaya, 
“Mehemmed Hasan amca,” dedi. “Hemen oğlanı gönder, eşeği getirsin. Kaymakam çağırdı, ivedi kente gideceğim.” 
Adamı görür görmez köylüler çarçabuk ayağa kalktılar, selamını karşıladılar. 
“Baş üstüne, baş üstüne, eşek feda olsun sana. Hemen kendim gider eşeği çıkarıp getiririm.” Yanıtını tamamlayan Mehemmed Hasan amca çabucak avluya koştu. 
O, eşeği getiredursun, biz bu gelenin kim olduğuna bakalım. 
Bu gelenin sıradan birisi olmadığı anlaşılmıştır, tabii. Neden derseniz, bir bu ki köylüler söyleşilerini, en tatlı yerinde olduğuna bakmayarak kesip ayağa kalkmışlar, belki de başlarını öne eğmişlerdi. İkincisi de bu anda Mehemmed Hasan amca gözünün nuru tek varlığı eşeği ki onu Kerbela'ya gitmek için almış, geceli gündüzlü bakımında tutmuş, beslemiş ki onu yollarda bırakmasın. Bu yüzden eşeği yorulmaması için kimseye vermemesi gerektiği halde, bu adamın isteği karşısında hiç duraksamadan kendi eliyle eşeği getirip vereceğine bakılırsa, bu adamın kim ve neci olduğu önem kazanır. 
Evet, rasgele birisi değildi eşeği isteyen, Danabaş Köyü'nün muhtarı Hudayarbey'di. Ben şimdi Hudayarbey'in geçmişinden söz etmek istemem. Çünkü kendisi de geçmişini anımsamaktan hoşlanmaz. Dünyanın bugünkü gidişine göre, toplumdaki yüksek yerinden alçağa inenin, varsıllıktan yoksulluğa düşenin öyküsü her zaman anlatılır, 
“Ay, bilemezsiniz, anam böyle, babam öyle… Varsıllığımız ölçülemez kadardı, emlakımız, saygınlığımız.” Ama sıfırdan yükselenin, yoksulluktan varsıllığa, hiçlikten önemliliğe çıkanın hiçbir öyküsü olmaz, geçmişi anımsamayı konu etmez. Örneğin Mehemmed Hasan amca yedi gün yedi gece babasının varsıllığından, saygınlığından söz etse doymaz, ama Hudayar muhtar kimseye babasının adını bile söylemez. Ne zaman ki söyleşi bu tür konulara yaklaşırsa, Hudayar muhtar, 
“Kardeşim,” der. “Şimdi nemize gerek ana baba sözü, onlar ölüp gitmişler. Tanrı gani gani rahmet eyleye… Şimdi senden, benden söz açalım.” Madem, Hudayarbey de geçmişinden söz edilmesini sevmez, ben de onu üzmek istemem, geçmişini karıştırmayı gereksiz buluyorum. 
Hudayarbey'in ancak otuz yedi ya da otuz sekiz yaşı olmalı, daha fazla olamaz, daha az olabilir. Uzun boyludur, çok uzun boylu. Uzunluğu yüzünden eskiden bir lakabı vardı. Ama ben geçmişinden söz etmeyeceğime söz verdim. Sözümü tutmam gerek. Evet boyu uzun, sakalı ve kaşları çok kara, gözleriyse kapkara. Gözlerinde hiç ak yok. Kimi zaman şapkasinı çeker gözlerinin üstüne, şapka kara, gözler kara, yüz kara… şapka altından ışıldayan gözler insanı oldukça korkutur. Bunlar önemli değil. Önemli olan Hudayarbey'in burnunun eğriliğidir. Bu eğrilik bildiğiniz eğrilerden değil, eşi benzeri bulunmaz. Burnu eğri çok güzeller gördüm, onunki bir acayip. Burnunun üstünde dikine yükselen bir kemik var, kemiğin alt tarafı etlidir, horoz ibiği gibi sola sarkmış. Doğuştan mı böyle, sonra mı olmuş, onu bilmiyorum. Kısacası çirkin bir burun bu… Bu burunla Hudayarbey'e yakışıklı denemez. 
İki yıldan beri Danabaş Köyü'nün muhtarı. Muhtarlığının da başka bir serüveni var. Hudayarbey başka muhtarlar gibi bu duruma gelmiş değil. Alışılmış olanı muhtarın halkça seçilmesiyken o başka yoldan gelmiş. Çok kolay bir kestirmeden. Eskiden yani iki yıl önce belediye başkanının yanında türlü hizmetlere koşan çavuştu. Başkan onun anasını kendisine müta evliliği  yapınca, karşılığında onu köyümüze muhtar atadı. Şöyle ki önce bir hafta içinde esas muhtarı işten elçektirdi, bir süre köy muhtarsız kaldı, ardından bir gün Hudayarbey'i muhtar olarak bulduk karşımızda. 
Muhtarlık çok değiştirdi Hudayarbey'i. Değişiklik giyiminden başladı… Üst başını yeniledi, eline bir kızılcık dalı aldı ve car saldı ki, bundan böyle adı Hudayar değil, Hudayarbey'dir. Bu beyliğin  ona nereden bulaştığını kimsenin sormaya hakkı yoktu. Halka göre beylik ona belediye başkanının anasıyla müta evliliği yapmasından kaynaklanmaktadır. Bugüne dek yirmi otuz kadar köylü kodese tıkılmış, sırf yanlışlıkla ona Hudayar muhtar demeleri yüzünden, Hudayarbey demediklerinden. 
Dehleye dehleye Mehemmed Hasan amca eşeği sokağa çıkardı. Ardından yedi sekiz yaşında kel bir oğlan, ayagi- başı açık, kendini yerlere atarak, ağlaya ağlaya, bağıra bağıra, yapıştı eşeğin kuyruğundan. Bu Mehemmed Hasan amcanın küçük oğluydu, 
“Eşeğimi nereye götürüyor? Vallahi bırakmam.” 
Ağlayarak zırlayarak eşeğin kuyruğuna asılan oğlan, eşeğin yürümesini önledi. Babası gerçekten çok yufka yürekliymiş, çocuğunu hiç üzmezmiş, ona yaklaşıp gönlünü almaya çalıştı, sakinleşmesini istedi, 
“Sakin ol yavrum,” dedi. “Eşeğin akşam yine dönüp eve gelecek. Bunda tasalanacak bir şey yok, ne olacak eşeğe? Eşeği satmıyorum ki, Hudayarbey amcan onu kente götürüp, orada ona bol bol arpa yedirecek.” 
Çocuk Nuh diyor peygamber demiyordu, 
“Hayır, vallahi bırakmam, onu hiçbir yere göndermem, kesin göndermem.” 
Oğlan bunları söylerken elindeki sopayla eşeğin başını çevirdi, avluya sokmaya çalıştı. Bu sırada Hudayar muhtar çocuğun arkasına yaklaşıp sopasını sırtına indirdi ve “Ulan  köpek, eşeği nereye götürüyorsun? Kör müsün, benim burada olduğumu görmüyor musun? Canına okurum vallahi…” 
Oğlan, 
“Yandım Allah…” diye feryadı basıp avluya kaçtı. Hudayar muhtar da eşeğe binip kentin yolunu tuttu. Köylüler dağıldı. Mehemmed Hasan amca muhtarı uğurladıktan sonra, üzüntüyle çocuğunun ardından eve girdi. 
Öğleyi yarım saat geçmekteyken, Hudayarbey kente vardı. Eşeği Mehemmed Hasan amcadan isterken, “Beni Kaymakam çağırdı,” demişti. Hâlbuki yalandı bu, Kaymakam onu çağırmadıydı. Kaymakamın çağrısı üzere gelmiş olsaydı daha erken gitmeliydi, çünkü Hükümet Konağı öğleden sonra kapanır. Hudayarbey'in başka bir işi vardı. 
Eşeği kervansaraya bırakıp çarşıya gitti, yedi girvankelik  bir kelle şeker alıp koltuğunun altına vurdu. Doğru Buzhane mahallesine yöneldi. Bir süre gittikten sonra sola saptı, dar bir yola girmişti, arkı atlayıp alçak bir kapının önünde durdu. Kelleyi yere koyup üst başının tozunu silkeledi. Sol bacağını kaldırdı sağ eliyle ve sağ bacağını kaldırıp sol eliyle pantolonunun paçalarını silkeledi. Sapkasinı çıkardı sol eline aldı, sağ eliyle tozunu temizledi, başına giydi. Kelle şekeri yine koltuğunun altına aldı, bir kez öksürdü ve kapıyı çaldı. Avludan bir kadın sesi, 
“Kim o?” diye sordu. 
Hudayarbey bir kez daha kapıyı çaldı. Az sonra dört beş yaşında bir kız çocuğu açtı kapıyı ve Hudayarbey'i görünce cin çarpmışa döndü, kapıyı kapayıp içeriye kaçtı. Avludan sesi duyuluyordu, 
“Yetiş ay ana! Kapıda koskocaman bir adam var!” 
“Yavrum, evladım, Kadı efendi evde mi?” 
Kız Hudayarbey'den öyle ürktü ki onu yanıtlamaya cesaret edemedi. Bu arada kapı yine açıldı, bir delikanlı kapı eşiğinde durup şaşkınca Hudayarbey'in gözlerinin içine dikti gözlerini. Hudayarbey sorusunu yineledi, 
“Kadı efendi evde mi?” 
“Evde, ne olacak?” 
“Görüşmek istiyorum.” 
Delikanlı söz etmeden kapıyı örttü, gitti, az sonra gelip kapıyı açtı ve “Gel!” dedi. 
Hudayarbey başını önüne eğip kapıdan içeri girdi, iki basamakla avluya indi. Görüntü, kadının karısının çamaşır yıkadığını gösteriyordu. Önde giden delikanlı kapıyı açar açmaz içerdekileri uyardı, 
“Hanım, çekil!.. Erkek geliyor!..” 
Avlunun bir kenarında bir leğen, yanında tepeleme yıkanmış çamaşır. Çamaşırın kirli suyu akıp kapının yanına dek gelmiş gölleşmiş. 
Hudayarbey'in girdiği yer hiç de avluya benzemiyordu, dört duvarla çevrili bir boşluk. Eni on, uzunluğu on beş adım kadar ancak olur. Belki de burası iç avlu, ya da arka avlu. Bu kentteki evlerin avluları hep ağaçlı, çiçekli olur, ama Hudayarbey girdiği bu avludan başka bir yer görmedi. 
Delikanlı sağa kaptı, dar bir dehlize. Az sonra aynı yerden beli bükük, sol eli cebinde, sağ eli gözlerinin üstünde yaşlı bir adam çıktı, yaklaştı Hudayarbey'e ve “İsteğin nedir, kardeş?” diye sordu. 
“Amca, Kadı efendiyi görmek isterim maruzatım var.” 
“Evladım, nerelisin?” 
“Ben Danabaş Köyü'nün muhtarıyım, Kadı efendiyi görmek isterim.” 
“Koltuğunun altındaki ne?” 
“Kelle şeker, Kadı efendiye getirdim. Hayırlı bir işimiz var, ağzımız tatlansın dedim.”
Devami var....

18 Haziran 2016 Cumartesi

DANABAŞ KÖYÜNÜN ÖYKÜSÜ - 2 (CELİL MEMMEDGULUZADE)Türkçe Çeviri

zaman: Haziran 18, 2016 0 yorum

Sözümü bitirince, Sadık hemen yerinden kalktı, beni kucakladı, yanaklarımdan öptü ve ağlaya ağlaya, 
“Emmioğlu,” dedi. “Yaşamımın tek dileğiydi bu. Bunu gerçekleştirirsen dilerim Tanrı'dan seni her iki dünyada bahtiyar etsin.” 
Evet sevgili dostlar, böyle başladı arkadaşlığımız. Bundan böyle Sadık'ın anımsadığı her ilginç olay, duyduğu her serüven ya da benzeri konu olunca çarçabuk gelip beni bulur, ben de defterimi çıkarıp kalemimi alıp yazardım. Defterimi sürekli iç cebimde taşırım. Mesleğim gereği köy köy dolaşırken. Fırsat bulunca çıkarırdım defterimi ve yazdıklarımı okurdum rasgelen insanlara. Giderek bu iş tuttu. Köylü nerede görse beni çağırır, konuk eder, okutur defterimi. Önce adım masalcıya çıktı, sonra bu adı uygun görmemiş olacaklar ki gazeteciyle değiştirdiler. 
Bana takılan ad arkadaşım yüzünden olsa da, ayrımındasınız benimsemiş değilim. Anamın babamın bana verdikleri adın önüne başka bir adın oturmasından hoşlanmıyorum, ama elimden ne gelir? Aldırmıyorum. Avam, işte ne derse desin. Çoğun iyiye kötü, kötüye iyi der avam. Belki de avamın bize güldüğüne övünmeliyiz. Oysa dünyada sayısız insan avamlardan yakınır. 
Gele gele geldik değirmene, dağarcığımızı çuvalların sırasına yerleştirdik. 
İşbu serüven Danabaş Köyü'nde yazıldı, İrevan İli'nde. Yıl 1894. Boşboğaz Sadık ve Gazeteci Halil. 

Miladi tarihin 894 yılının Kasım ayının başı, Danabaş Köyü'nde ilginç bir olay gerçekleşti. Mehemmed Hasan amcanın eşeği çalındı. Olayı bilmeyenler bunun neresi ilginç diyecekler. Köy ya da kentlerde günde kim bilir ne çok eşek çalınır, ya da yiter. Hayır sandığınız gibi değil. Bu eşeğin yitişi başka herhangi bir eşeğin yitişine hiç mi hiç benzemez. Öyle ilginç bir yitiş ki ancak dinleyince tadına varacaksınız. 
Önce, Mehemmed Hasan amca kim? Onu tanıyalım. Danabaş Köyü'nü bilen Mehemmed Hasan amcayı da bilir. Çünkü köyün  saf bir insanıdır; yaşı elli dört, elli beş dolaylarında olmalı, daha fazla değil. Kendisi, 
“Sakalımın ağardığına bakmayın,” der. “Ant olsun ki beni yaşamın ağır koşulları çökertti, yoksa bana kırktan fazla vermezdiniz.” 
Haklıdır, doğru söylüyor. Bu haliyle bile yanaklarından kan fışkırır. 
Mehemmed Hasan amcanın başına bugüne dek neler gelmiş neler. Hepsini anlatmaya zaman yetmez. Çok sıkıntıları olmuş, kısacası yüzü hiç gülmemiş. 
On, on iki yaşlarındayken babası Hacı Rıza vefat etti. Ardından iki yıl sonra annesı öldü. Merhum babasından iyi miras kaldı ona, tarlalar, at sürüleri, sayısız halı, bol para… Ne var ki amcaları bir yıl içinde tüm varsıllığını tükettiler, sonunda ona parmak hesabı gösterdiler. Kendine gelip gözünü açtığında soyulup soğana çevrildiğini gördü. Bir süre sonra bir kız sevdi, evlendi onunla, İrevan yörelerine gitti, gurbetçilik yaşadı, biraz para yapıp sermaye düzme sevdasıyla. Ama tutturamadı, eli boş köye döndü, üç dört eşek aldı, taşımacılığa başladı, o da yürümedi. Sonunda ahırı ortadan ikiye böldü. Sokağa bakan yana bir kapı açtı, bir iki pud un, buğday, dut kurusu ve iğde dizdi, başladı ticarete. Bu yaşa geldi. (Tabii ki aile büyüdü.) Geçimini sağlamasını becerdi. Yoksul olması bir şeyi değiştirmez. İyilik sever bir insandır. İsteyen olsun canını verir. Gerçekten de kapısına gidip, 
“Mehemmed Hasan amca, üç beş manata gereksinimim var,” desen, varsa parası hemen çıkarıp verir. Yoksa, birilerinden sağlayıp isteğini yerine getirir… Hani gerçekten de benzersiz iyi bir insandır Mehemmed Hasan amca. Dünya malına hiç mi hiç önem vermez. Tek emeli Kerbela ziyareti. Oldukça dinine bağlı bir insan. Durumu elvermiş olsaydı, şimdiye dek Çehardeh Masum'u  bile ziyaret etmiş olurdu. Ama yoksulluğun gözü kör olsun, onu sevap işlemekten yoksun bıraktı. Kısacası Mehemmed Hasan amca ne zamandır Kerbela'ya gitme arzu ve özleminde. Geçen her yıl bu yüce düşünce zavallı adamı biraz daha kıvrandırırdı. Ne zaman giden ya da dönen zevvarların duyurusu ortalığı çınlatsa bizimkinin iki gözü, iki çeşme… Ne yapabilir ki? Yoksulluğun gözü kör olsun… Öyle elini kolunu bağlamış ki yoksulluk, kımıldaması olası değil. 
Mehemmed Hasan amca birkaç ay önce bir düş görmüş. Uyanınca eşini çağırıp ona, 
“Ne pahasına olursa olsun,” demiş, “İnşallah,” demiş, “Bu yıl Kerbela'ya gitmem gerekir.” Ama gördüğü düşü bugüne dek kimseye anlatmadı. Yalnızca kesinkes bu yıl gidip o altı köşeli türbeyi ziyarete zorunlu olduğunu döne döne söyledi. Ve üç dört aydan beri ciddi olarak yolculuk tedarikine başladı. 
Yolculuk sevinci Mehemmed Hasan amcayı tüm dünya işlerinden sıyırdı. Dükkânı boşladı. Yeterince arpa ve darı unu sağlayıp eve bıraktı, bir de gerekebilen ıvır zıvır… Oturdu züvvarın yola koyulmasını bekledi. Önce yayan gitmeyi düşünmüştü. Bilinir, ziyarete yayan gitmenin sevabı, hayvan sırtında gitmekten daha fazladır. Ama ne yazık ki yaşı gereği yaya gitmekten vazgeçti, iki ay yol yürümeye dayanamayacağını düşündü. Peki ne yapmalı? Borç harç on on beş manat bulup kendine bir binek eşek aldı. Tabii ki eşek attan daha elverişliydi. Bir kere attan ucuz… Mehemmed Hasan amca otuz kırk manat parayı nereden bulup at satın alabilecek ki… Ayrıca eşekle ziyarete gidenin atla gidenden  Allah nezdinde sevabı, tabii ki daha fazlaydı. 
Günlerden bir gün Mehemmed Hasan amca sabah erkenden kalktı, giyinip namazını kıldı. Avluya çıktı dolaştı, tavukları toplayarak yemledi. Ahıra girdi eşeğin de önüne birkaç avuç arpa döktü… Sonra sokağa çıktı, evinin kapısı önünde çömelerek oturdu. Ardından tütün torbasını ve çubuğunu çıkardı, doldurdu, içmeye başladı. Bir süre sonra, yaşıtı birkaç köylü yanına gelip selamlaşıp sırayla çömeldiler ve çubuklarını çıkarıp onlar da içmeye başladı. Hepsi Mehemmed Hasan amcanın komşuları… Birkaç soluk çubuk içtikten, öksürdükten sonra söyleşmeye başladılar. Konu Kerbela züvvarı üzerineydi, hepsinin Mehemmed Hasan amcanın Kerbela özleminden haberleri vardı… Çok uzadı söyleşi, önce ziyaretin sevabı, sonra koşulları ele alındı. Mehemmed Hasan amcanın sol yamacında oturan yanıtını merak ettiği bir soru attı ortaya, 
“Varsayalım bizden birisi buradan kalkıp kutsal bir yere, bir tapınağa gider, ziyaretini tamamlar ve ülkesine geri döner. Biz de toplanıp küme küme görüşüne gider, hep birlikte, 'Ziyaretin kabul olsun' dileğinde bulunuruz. Acaba bizim bu dileğimiz yüzünden mi bu adamın ziyareti kabul olur? Acaba bizim bu dileğimiz bir yarar sağlar mı? Sorumu örnekleyeyim, Mehemmed Hasan amca şimdi sen ziyarete gitmeye niyetlendin. Allah sağlık versin, sağlıkla gidip dönersin inşallah. Tabii ki dönüşünden sonra evine gelip seninle görüşeceğiz ve ziyaretinin kabul olması dileğinde bulunacağız. Acaba bu dileğimizin, görüşmemizin sana bir yararı var mı? Bana sorsanız, yoktur derim. Çünkü sen ziyaretini bir ay, belki de bir buçuk ay bundan önce yapmışsın. Eğer Tanrı ziyaretini kabul etmişse artık bizim dileğimizin ne gereği var? Yok eğer etmemişse yine yararı yok. Bizim dileğimiz durumu değiştirmez.” 
Adam düşüncesini açıkladıktan sonra dik dik Mehemmed Hasan amcanın gözlerinin içine bakarak bekledi. Ötekilerse gözlerini yere dikip düşünmeye başladılar. Aslında önemli bir konuydu. Mehemmed Hasan amca yeniden kesesini çıkarıp çubuğunu doldurduktan sonra solunda oturan adamı yanıtlamaya çalıştı, “Güzel söylüyorsun, Meşhedi Oruç emmioğlu, ama dediğin gibi olsa sonuçta ilişkilerimiz ortadan kalkar. Birileri kutsal yerlerin ziyaretine gidip döndü diyelim ve kimse görüşüne uğramadı… Bu müslümanlığa sığmaz ki. Varsayalım ben ziyarete gidip evime dönmüşüm, şimdi sen ne yapacaksın? Görüşüme gelmeyecek misin? O zaman ben senin yüzüne bakmam ki…” 
Meşhedi Oruç hemen elini Mehemmed Hasan amcadan yana kaldırdı, azıcık da yerinde doğruldu, 
“Yooo, Mehemmed Hasan amca, sen benim ne dediğimi anlamadın, benim sorumun yanıtı senin dediğin değil. Tabii ki ben senin görüşüne gelip iyilik dileğinde bulunacağım. Benim merak ettiğim, acaba benim bu dileğimin sana bir yararı var mı, yok mu? Ben onu soruyorum.” 
Devami var...

17 Haziran 2016 Cuma

DANABAŞ KÖYÜNÜN ÖYKÜSÜ - 1 (CELİL MEMMEDGULUZADE)

zaman: Haziran 17, 2016 0 yorum
Memmedguluzade Celil Hüseyngulu oğlu (22 Şubat 1869, Nahçıvan - 4 Ocak 1932, Bakü) - Azerbaycanlı yazar, oyun yazarı, gazeteci, fikir adami .. Büyük mizahci, edip Celil Memmedquluzade ünlü "Molla Nasreddin" edebi ekolünün kurucusu ve fikir önderi, küçük hikaye ustası, güçlü yazarı ve yazar. 

Azerbaycan edebiyatının en ünlü temsilcilerinden. Kafkasya ve İran'dan Uzakdoğu Asya, Afrika ve Avrupa ülkelerine kadar geniş bir coğrafyada Müslüman dünyasında ilgi ile karşılanan [2] "Molla Nasreddin" mizah dergisinin (1906-1931) yaratıcısı ve editörü idi. Azerbaycan Edebiyat tarihinde hem kendi ismi, hem de 25 yıl boyunca yayınladığı derginin adı olan "Molla Nasreddin" takma adı ile tanınır. [3] Kurduğu derginin çatısı altında realist-demokratik edebî bir okul kurmuştur. Azerbaycan milliyetçiliğinin oluşmasında etkin rol oynamıştır.


“Yüreğimden yükselen ses bana çok şeyler öğretir. Bu ses herkeste olan vicdan sesidir. Can kulağıyla dinlenirse, buyruğuna uyulursa birçok sorun çözülür.” 
Sokrates 
HAFİFTEN BİR ÖNSÖZ 
Benim adım Halil, arkadaşımınki Sadık. İkimiz de Danabaş Köyü'nde doğduk. Ben tam bundan otuz yıl önce… Yani tam otuz yaşındayım. Arkadaşım Sadık da otuz yaşında olmalı bence. Ama ben ondan daha genç görünümlüyüm. Onun boyu uzun, benimki kısa, biraz tıknazım. O esmerdir, hem de köse; ben beyaz tenli, top sakal. Bir ayrımımız da benim gözlüklü oluşumdur, gözlerim çok zayıf… Arkadaşımın gözleriyse sağlam. Tabii ki okur yazar olduğumdan olacak gözlerimin zayıflığı. Kısacası ikimiz de Danabaş Köyü'ndeniz. Benim mesleğim basmacılık, yani dört beş top basma vururum koltuğumun altına, köy köy durmadan dolaşır, basma satar geçinirim. Arkadaşımın işi bakkallık, yani bir kulübeye üç dört paket tuz, bir kutu kuru üzüm ve dört beş paket adi tütün koyup satar ve yaşamını böyle sürdürür. Bu kadar. İkimiz de ulu Tanrı'nın yoksul kullarındanız. Hani başınızı ağrıtmak istemem ama yine de anlatmalıyım, çünkü bu öykülerimi okuyan dostların çok şaşıracaklarından eminim. Gazeteci Halil ve Boşboğaz Sadık yabana atılmaz… Neyse dostları bekletmeden birkaç açıklama yapmak isterim. 
Bana göre tüm Kafkasya'da bu bizim Danabaş Köyü gibi matrak başka bir köy bulunmaz. Kötü anlamda söylemiyorum, Tanrı esirgesin. Ben hiçbir zaman hak yemem, köyümüze kırılmış olsam da, bu köyümüzün kötü bir köy olduğu anlamına gelmez. Benim gibi iki yüz tane aylak köye kırılsa da yine köye kötü demek haksızlık olur. Hayır, vallahi de billahi de köyümüz çok iyi bir köydür. Şimdi eğer maruzatımı sonuna dek sabırla dinlerseniz siz de göreceksiniz, bizim köyün kötü bir köy olmadığını. 
Bırakalım kötülük iyilik yarenliğini, konu o değil, esas konu şu ki, bizim köyde “ayama”sı  olmayan kimseyi bulamazsınız. Biz “ayama” deriz. Ne demek olduğunu bilip bilmediğinizi bilmiyorum. “Ayama” lakap demek. Ha, burada bir tırnak açmak isterim; ben lakap sözcüğünü geçen yıla dek bilmezdim. Çünkü o kadar okumamıştım. Açıkçası “Cameyi Abbas”tan başka bir kitap okumadım. Geçen yıl bizim köyde “karşı yakadan”  bir molla mersiye okurdu. Yazık, adını unuttum. Bir gün mollanın (hoca) yolu bizim Sadık'ın dükkânına düştü. Anlaşılan önceden Sadık'a Boşboğaz Sadık dendiğini bilirmiş. Dükkânda benden başka birkaç köylü de vardı. 
Molla, Sadık'tan iki paket tütün aldı, birini açıp çubuğunu doldurdu ve ateş istedi. Sadık bir kibrit çaktı, molla çubuğu tutuşturdu ve Sadık'a, 
“Allah senden razı olsun”, dedi. Çubuğundan bir soluk alıp sürdürdü, “Biraderzade, acep nedendir zati alinizin ismi şerefine “Boşboğaz” lakabını izafe etmişler?” 
Mollanın tümcesini değil köylüler, ben bile anlayamadım, yörenin bilgini sayıldığım halde… Tabii ki mollanın sorusunun Sadık'a yakıştırılan “ayama” üzerine olduğunu anladık hepimiz. Sadık biraz duraksadıktan sonra, Boşboğaz sözcüğünün ayaması olduğunu söyledi. Molla şaşkınlıkla, 
“ ayama ne demek? Amma da cahil cühelaya rastladık!” dedi. 
Boşboğazlığın Sadık'la olan ilgisi açıklandıktan sonra molla bize “boşboğaz, Sadık'ın ayaması değil lakabıdır. Ayama halk ağzı bir sözcüktür, edebi değil; lakap ise Arapçadır, edebidir” dedi. Konuşmanın sonunda molla bizden kesinlikle ayamayı kullanmayıp yerine lakap sözcüğünü kullanacağımızın sözünü aldı. Hepimiz kabul ettik ve “Peki,”den başka hiçbir şey söylemedik. Sonra Sadık mollaya dönüp sordu, 
“Zati aliniz,” dedi. “Arapçadan yana çok bilgin olmalısınız, değil mi?” 
“Ne diyorsun,” dedi molla. “Molla olmayı, mersiye okumayı kolay mı sandın? Arapça yutmamış insanı minbere yaklaştırırlar mı?” 
Sadık beklenmedik bir soru sordu bu kez mollaya: 
Molla, Arapça ekmeğe ne derler?” 
Molla çubuğundan derin bir soluk aldı, yere baktı ve öksürdü, 
“Birader,” dedi. “Arabistan'da ekmek ne gezer, olmayan şeyin adı da olmaz tabii. Orada pirinçten başka bir şey yenmez.” 
“Ya… Pirince Arapça ne denir?” 
Molla yine çubuğundan yine bir soluk aldi, öksürdü, biraz bekledikten sonra, 
“Yeğenim,” dedi. “Gerçekten de boşboğazmışsın sen. Köylüler yerinde bir yakıştırma yapmışlar.” 
Molla sözünü bitirince cubbesinin eteklerini toplayıp dükkândan çıkıp gitti. Hepimiz o akşama dek gülmekten kendimize gelemedik. 
Bana gelince, benim adım Halil, bana da Gazeteci Halil demişler. Ne ilgisi var. Gazetecinin aklı, zekâsı, başlı başına bir olaydır… Gazeteci haberleri toplar, basar, o yana, bu yana dağıtır. Benim nerem gazeteci? Arz edeyim efendim bana neden gazeteci lakabını uygun bulduklarını. Yine de gerek benim, gerek Sadık arkadaşımın lakapları zararsızdır, anlaşılan biz saygınmışız. Lakaplarımız gülünç değil. Bizim Danabaş Köyü'nde öyle lakaplar var ki duysan katılırsın gülmekten. Örneğin Girdik Hasan, Deve Haydar, Yalancı Sebzali, Eşek Muhtar, Tavşan Kasım. Uzatmayayım bu tür lakaplar sınırsızdır bizim Danabaş Köyü'nde. Hepsini kaydetmeye kalksam Rusya'daki kâğıt fabrikalarının stoku biter. 
Arkadaşım Sadık'a Boşboğaz lakabını takmışlar ya, yaradana ant olsun bu lakap bu adama hiç uymamış. Doğrudur Sadık çok konuşur, hele bir yere kuruldu mu başlar konuşmaya, konuşur, konuşur, yorulmak bilmez… Ama gel gör ki, iyi konuşur, onun gibi tatlı dilli, bana göre dünyada bulunmaz. Ama ne yapalım ki bizim Danabaş Köyü'nde her çok konuşana boşboğaz denebilir. Oysa çok konuşan da var, boş konuşan da… Ben öylelerine rastladım ki sabahtan akşama dek konuşmuş ve ben dinlememişim. Eğer tüm gevezelere boşboğaz denseydi bütün vaizlere de denirdi. Hayır her gevezeye boşboğaz denmez. Kimi vaiz Ulu Tanrı'dan, kimisi de Kerbela ve Mekke'ye yaptığı ziyaretten söz eder, bu tür konuşmalar boşboğazlık tanımına girer mi hiç? Hayır girmez, üstelik yakıştırmak da günah olur, haksızlık olur. Kim ne derse desin. Sadık'a da boşboğaz desinler, ama bu insan ölünceye dek benim dostum, söyleştiğim ve dert ortağım olacak. 
Ben nereden gazeteci oluyormuşum? Onu anlatacaktım. Benim gazeteciliğime Sadık'la söyleşmeye başladığım sıralarda hükmedildi, yani sebep arkadaşım Sadık'tır gerçekten. Ne zamandır diye sorarsanız, biz iki yıldan beri tanışırız derim. Şöyle başladı, bir gün koltuğumda birkaç top basma girdim Sadık'ın dükkânına. Daha aramızda bir dostluk, bir arkadaşlık yok. Oturdum dükkânda bir süre. Sadık bir çubuk (sigara) doldurup tuttu, içmeye başladım. Dükkânda ikimizden başka kimse yoktu. Ben çubuk içtim, Sadık da tabii ki konuşmaya başladı. Söylediğim gibi hoşsohbetti, tabii anlattıkları karşısında ona hayran kaldım, öyle ilginç bir serüven anlatmaya başladı ki, inanın yirmi otuz müşteriyi eli boş çevirdi, her gelene senin o istediğinden yok dedi, konusunu anlattı, anlattı, bir yerde durdu dikkatle yüzüme baktı, iç geçirdi ve “Halil emmioğlu” dedi. “Bir dileğim var senden.” 
“Kardeşim” dedim. “Nedir dileğin?” 
“Nasıl olsa bir gün ölüp gideceğiz ve bu serüvenler unutulacak. Çok üzülüyorum.” 
“Hiç canını sıkma, ben olup biteni yazıya dökerim, kitaplaştırırım, adına da “Danaba….” derim. Günü gelip de ölünce, vasiyetimde ne ölümü Kerbela'ya götürmelerini, ne de ihsan vermelerini isteyeceğim. Zaten Tanrı katında ameli salih bir kulsam ahrette yüzüm ak olacak ihsana gerek kalmadan, günahkar bir kulsam bana ne ihsan yardımcı olur, ne başka bir şey… Vasiyetimdir, varımı yoğumu satıp paraya çevirsinler, yazdığım öyküleri baskıya versinler, kitabını sağa sola bedava dağıtsınlar.“ 
Devami var....

15 Haziran 2016 Çarşamba

çocukluğumu cok özledim ...

zaman: Haziran 15, 2016 1 yorum
Bugün çocukluğumu cok özledim ... Çocuklugumda hiç büyümek istemiyordum.Amma büyüdükçe anladım ki, büyük olup çocuk olmayı dilemekçocuk olup büyümeyi dilemekden  iyidir.


Bugün çocukluğum özledim, disarda oynarken düşerek dizlerimi kanatmami., Sonra dizlerimde olan yaralara bakarak  cok ağlardım.Amma büyüdükçe anladım ki, kalpte olan yaralar daha çok incitirmiş.

Çocukluğumu özledim, bir yaramazlik yaptığımda annemin beni nasihatler etmesini özledim.Düşünürdüm  hep,annem bana cok kirgin .Amma büyüdükçe anladım ki, annemin bir acı sözü şimdi duyduğum bin sahte tatlı sözlerden üstünmuş ...

Çocukluğum özledim, bana masallar okunmasini.Orda beyaz atlı prensilerin,masum iyi kalpli merhametli insanlarin varlığına inanirdım.Amma büyüdükçe anladım ki, onlar sadece masallarda olurmuş.

Bugün çocukluğum özledim, annemin benim saçlarımı örmesini ozledim.O zaman sinirlenirdim, sonra gidip ördugu saclarimi bozuyordum, büyümek istiyordum.amma büyüdükçe anladım ki, örguleri açarak büyümek olmuyor.

özledim ... .Mahellede oynadığım arkadaşlarımi  özledim.O zaman bana 1 şeker veren kızı dostum zann ederdim.Amma büyüdükçe anladım ki, şeker veren o kız, bana zehir de verebilir.

Ben çocukluğum özledim .Babamin akşam eve gelmesini beklerdim.Her geldiğinde bana sevdiğim çikolatayı alınca .Dünyalar benim olurdu..Sonra sabahlari babamı işe uğurlarken, geldiğinde bana sakız almasını isterdim.Amma büyüdükçe anladım ki, hayatta istediğim şeyleri elde etmek, sakızı elde ettiğim kadar kolay değil.

Bir gün giderken vitrinde gördüğüm oyuncağı bana almasını istedim annnemden..Bak o günleri özledim .istemekden cekinirdim, sadece  vitrine cocuk gozlerimle bakardim annem de  kiyamaz alirdı.Amma büyüdükçe anladım ki, herkes annem kadar yumuşak kalpli deyil.Göz yaşlarıma bile acımazlar.

Saklambaç oynamayi  özledim ..Çok seviyordum bu oyunu.Amma büyüdükçe anladım ki, sorunlarla saklambaç oynamak olmuyor.
Sonra, Gülüşlerimi özledim .Gülmek için neden gerekli değildi bana.Amma büyüdükçe anladım ki, bir kez içten gülmek için bin zorluklardan gecmek lazim.
Küserken büyüklerimden, beni severek sım-sıkı sarilmalarini  özledim . Amma büyüdükçe anladım ki, hayattan küsdügumuzde  hayat bile sarilmiyor  almıyor insanı koynuna.
Bugün çocukluğumu cok özledim  ... ..Masum hayallerimi, güzel rüyalarım özledim ....

14 Haziran 2016 Salı

Mirze Feteli Âhunzâde - ALDANMIŞ KEVAKİB

zaman: Haziran 14, 2016 0 yorum

"Aldanmış kevakib" ( "Hekayeti-Yusuf şah") - Mirze Feteli Ahundzade 1857 yılında yazdığı eser. Yazar bu eserle Azerbaycan edebiyatında realist nesrin kurucusu olmakla beraber, hem de milli edebiyatımızda anlatım tarzının temelini koymaktadır [1]. Povestde Avrupa maarifçilerinin "dünyayı sağlıklı akıllı yönetiyor" kavramından söz alan yazar, İran feodal yönetiminin sosyal eksikliklerini, ülkenin yüksek feodal devlet başkanlarını keskin hiciv ateşine tutuyor ve eğitimci, insancıl hakim fikrini kızgın tebliğ eder.  "Aldanmış kevakib" povesti dünya eğitimci nesrinin orijinal, parlak örneklerinden biri olarak değerlendirilir. Ahundzade bu eserinde bağnazlığı, bilgisizce eleştirmekle beraber, rüşveti, adaletsizligi, haksızlığı da ifşa ediyor. Yazıcı XV yüzyılda yaşamış İran tarihiçisi İskender bey Munşinin el yazmaları üzerine bu povesti yazıp, ama o İran hükümdarı Nasreddin şahı eleştirmek için, modern yaşamla eseri alakadar etmisdir. Ama povestde şah karakterinde I Şah Abbas gösterilir.
Yazar tarihten aldığı küçük bir olayı kendi realizm kaleminin gücü ile yüksek edebi-sanatsal seviyeye yükseltir. Yazarın itiraf ettiği gibi, o, olayı tarif etmekle İran feodalizmine kontrol yöntemi öğretir. Ahundzade yazıyor: "Ben küçük meseleyi bahane edip, kendi fikrimde onu genişlendirdim. O zamanın vezirlerinin ve devlet başkanlarının akılsızlığını ifşa ettim, gelecek nesiller için ibret olsun. Öyleyse, onlar bir daha saçma müneccimlerin sözlerine ve haberlerine inanmasınlar "[2]. Ahundzade bu eserde I Şah Abbas hakimiyetini ona göre eleştiriyor ki, o kendi iradesini, saçma bir müneccimin insafına havale ediyor, onun yalancı haberleri ile halkın kaderini tayin ediyor. Şah kendi hakimiyetini sağlamlaştırmak için özgürlükçü insanları acımasızca takip ediyor. Onun vezirleri Serdar Zaman Han, Müstövfi Mirza-Yehye, Mirza Muhsin ve Ahund Samet halka zarar veren eylemleri ile gurur duyarlar. Yazıcı tüm bu olumsuz tiplere karşı kendisinin rağbet beslediği, halk arasından seçtiği Yusuf Serrac karakterini yaratmıştır. Ahundzadenin yarattığı bu kahraman ileri görüşlü, halkın yararına çalışan insandı, zahmetsever kitlenin tipik temsilcisidir. O, kendisinin kısa süreli iktidarı döneminde Şah Abbas'ın halka vurduğu hasarları giderir, kendisi de pek önlemleri alir [3]. Mirze Feteli bu eseri ile dünya mütlakiyetinin aleyhine çıkmıştır
Kisa ozet
Povest  analasilir kompozisyona sahiptir ve o, başlangıçdan, kapan madan ve iki bölümden oluşmaktadır. Povestin başlangıcı toplam iki satırda yazılmış. Artık 7 ildiki Şah Abbas ülkeyi yönetiyor. Nevruz bayramından toplam 3 gün sonra baş müneccim haber verir ki, 15 günden sonra şahı devirecekler. Öyle müneccimin bu haberinden sonra önemli olaylar cereyan etmeye başlar. Şah esas vezirlerini başına toplar ve konuşur. Genel müneccimin sozuyle ile boyle kara gelirler ki, Şah Abbas bir sürelik hakimiyeti herhangi "kâfire" versin, ve seçtikleri gariban Yusuf olur. Povestin ikinci bölümü ise yeni şaha ithaf edilmiştir. Yusuf Saraç önceden dusunen insandir ve iktidara geldiklerinde ancak kendisini düşünen vezirleri görevden alır, onların yerine onlardan daha akıllı, düzgün insanları goreve alir. Ülkede yeni yollar, köprüler, kervan saraylar, okullar, hastaneler inşa ediliyor. O, ağır vergileri hafif vergilerle değiştirir. Yusif şahın bütün yaptıkları sadece milletinin daha iyi hayat yaşaması için idi. İran'da daha güzel günler başlıyor. Yusuf şah ise ideal Hakimiyetcidir gibi gösterilir [4]. Ama o, kendi amacına ulasamaz, çünkü böyle rahat hayat yaşamaya adet etmemiş millet, başlar isyan etmeye ve onu tahttan devirir. Onun yerine ise zulumkar şah Abbas geri döner. Bundan sonra her şey kendi yerine döner, ve sanki Yusuf şah olmamış gibi her şey eskisi gibi devam ediyor.


                                    povest
           Aldanmış kevakib (H E K A Y E T İ -YU S İ F Ş A H)

Yusuf Sarraç'm dükkânı Şah Mescidi meydanının doğu tarafındaydı. Vakit, öğleyi iki saat
geçmişti. Yusuf Sarraç öğle namazını kılıp dükkânına oturmuş, bir dizgin dikiyordu. Çünkü
müşterisi dizginin o gün hazır olmasını istemişti.Yanında dostlarından ikisi de vardı ve sohbet ediyorlardı.Yusuf Sarraç pahalılıktan şikâyet ediyordu. Zavallı ve yoksul kişiler bu yıl çok sıkıntıya
düşmüşlerdi. Çünkü geçen yıl sonunda kuraklık sebebiyle Kazvin'in etrafında suyun bulunmayışı yü-
zünden ürünlerinin çoğu yanmış, hasat edilememişti.Bu durum da pahalılığa sebep olmuştu.
Yusuf Sarraç şöyle diyordu:
- Bu devlete şaşıyorum, çünkü Kazvin şehrinde su çıkarmak için bin çeşit güç ve kuvvet vardır.
Ama devlet öyle bir gaflet içinde ki, böyle bir gücü kullanmıyor ve kendi halkmm ve başkentinin iyiliğini düşünmüyor.
Bu sırada meydanın batı tarafından bulut gibi bir toz kalktı. Yusuf Sarraç elinde iğnesi olduğu
hâlde başını yukarı kaldırdığında bir hâlin peyda olduğunu gördü. Bu durumun ve hazırlığın kendisi
için olduğunu hiç aklından geçirmiyordu. Önde on iki ağa; hareketlerine engel olmayacak
şekilde giyinmiş, başlarında dört köşe börk vardı. Onların arkasında ellerinde renkli bayraklarla on
iki bayraktar yer almıştı. Daha sonra ise içlerinden birinin başmda iri bir sini bulunan hizmetçi gurubu geliyordu. Ellerinde bastonlarıyla muhafızlar, onların arkasında ise sarayın ahırcıbaşısı vardır. Ahırcıbaşmm yedeğindeki Türkmen atı, kıymetli taşlar ve giysilerle süslenmiş; başında süslü dizgin, göğ sünde incilerle bezenmiş göğüs bağı, boynunda ise zümrüt yular vardı. Bunlardan sonra başkadı ile başkomutan Zaman Han, vezir, ulu zatlar, Mevlana Cemalettin, müneccimbaşı, önemli bilginler, şerefli ve büyük zatlar,diğer ileri gelenler, başka münasip kişiler, bir gurup atlı ve yaya büyük bir gösterişle geldiler. Hepsi gelip Yusuf Sarraç'm dükkânına gelip doldurdular. Başkadı ile başkomutan ileri çıkıp Yusuf Sarraç'a durumu anlattılar. Yusuf Sarraç ayağa kalkıp alçak gönüllülük etti, ancak çok şaşkındı. Sonra başladı konuşmaya:
- Yusuf Usta! Allah'ın takdiriyle bugün sen bizini padişahımızsm. İran'ın saltanat tahtı bu durumda Şah Abbas'tan gitmiş olmaktadır. Bizleri mutlu ve hoş edin. Sarayın kapısına tören emri verin de tahta çıkış töreni yapılsın. Yusuf Sarraç çok heyecanlanıp bu olayın ne olduğunu hiç anlayamadı. Onun Önünde bütün devlet erkânı durmuştular. Bu sözleri ona mollabaşı söylüyordu ki İran'da itibarlı bir kimse olarak bilinirdi.
Fakat durum öylesine garipti ki, Yusuf Sarraç önünde gözüyle gördüklerine asla inanamıyordu.
Sonunda cevap verme durumuna gelip:
- Benim efendim mollabaşı, ben şahsınızı İran'da itibar sahibi kişilerden hesap ediyorum; bilmiyorum ki niçin deli olup sinirlenerek bu sözleri benim yüzüme diyorsunuz. Ben fakir bir insanım.
Ben nere, taht ve tac nere? Vallahi ben anlayamıyorum ki, sizin bu hareketinizi neye çekeyim. Şaşkın ve hayran kalmışım, çekmiyorum ki bana sataşmayasınız.
Serdar Zaman Han söze karıştı:
- Usta Yusuf, sen şu anda âlemin kıblesi ve hepimiz senin kulunuz. Bizden çekinmek sana ya
raşmaz; sana, şahlara yaraşır. Ferman buyurmak layıktır. Biz ne deli olmuşuz, ne aklımızı kaybetmişiz;hepimiz aklı başında, olgun insanlarız ama efen dimizin takdirine tebdil yoktur. Bugün bütün İran'da senin saltanatın hakimdir.Mollabasının sözlerine göre şahlık kapısına (yaraşır) ferman buyurun ki, tahta çıkışınız olsun.
Sonra yüzünü hazır vaziyette duran dört hizmetçiye
çevirip; - Şahların giydiği kaftanı getirin, âleme kıble olan şahımız giysin, dedi.
Hizmetçiler ellerindeki içinde kaftan olan siniyi getirdiler, dükkâna girdiler, siniyi yere koyup
Yusuf Sarraç'm eski elbisesini çıkarıp yeni kaftanı giydiymeye başladılar.
Karşı gelmekle bir yere varılmaz. Yusuf Sarraç, bu akıllı kişilerin istediklerini yapabilmesi için davulların çaİdığı makama uyarak ayağa kalktı. Elbise giyme faslı bitince ahırcıbaşı kıymetli taşlarla
bezenmiş dizginli atı çekti. Yusuf Sarraç'ı ata bindirdiler.
Daha önceki kararları gereğince sarayın kapasma doğru yola çıktılar. Muhafızların şehrin
her köşesinde "berevit! Berevit!" (-.Eskiden padişahların rütbe, nişan verdiğini belirten fermanları)
diye bağırışları göklere yokseldi. Bütün Kazvin halkı, erkek kadın, büyük küçük pencerelere ve evlerin üstüne çıkıp manzarayı seyretmeye başladılar.Hepsi durumdan haberdar olmadıkları için şaşıp
kaldı.Muhafızlar sarayın kapısında Yusuf Sarraç'ı attan indirdiler. Başkadi ile başkomutan Zaman
Han, kolundan tutarak büyük bir hürmetle onu sarayın baş odasına götürdüler ve saltanat tahtına
oturttular. Devlet erkânı, bilginler, büyük zatlar,devletin ileri gelenleri ve bazı münasip kişiler odanın
önünde saf tutup ellerini bağladılar. Başkadı dua okuyup saltanat tacını Yusuf Sarraç'm başına
koydu. Kıymetli taşlarla bezenmiş kılıç ve kemeri beline bağladı, kollarına inci mercanla süslü pazubentleri bağladı, eline süslü topuzu verdi. Daha sonra yine duâ ederek yüzünü halka çevirerek
şöyle dedi:



Devami var......

12 Haziran 2016 Pazar

Mutluluk arayışı ... =)

zaman: Haziran 12, 2016 0 yorum

Aradığım Hayatımda mutluluk değil ... Sadece insanların mutlu olup olmadığını bilmek istiyorum. Neden mi bilmek istiyorum? Bunu bilmek bana ne verir? Belki de sebep, benim mutlu olduğum dakikalari, yani şu anda olduğum durumu anlaya bimemeyimle alakadar .. Mutlu olmak .. Elbetteki uzun vadeli mutluluk insana anlamsiz gelir ve değerini kaybeder, hem doğal olarak bu mümkün de değildir .. Belki de mutluluk huzurlu bir hayatdır !? Belki sevdiklerinin yanında olmasıdır !? Aç insana sıcak ekmek, soğuk olana sıcak elbisedir .. Umtsuz insana umut ışığının sıcağı .. O kadar versiyonlar varki .. her birey için mutluluk iksiri farklidir. Ve hiç kimse kendi mutluluk ilkesini kimseye zorla kabul ettiremez .. Tabii bilinçli düşünmeyi başaran insan bunların hepsini gerçekleştirir ve bilir ..

Mutluluk arayışı benim için komik istektir ..
Onu aramak gerekmez, sadece görmek yeterlidir .. Görmeyi başarmak .. Hiss etmeyi başarmak .. Eğer dışarıdan mutlu görünüyorsan kimse icin demek burda bir sey var .. sadece sen görmüyorsun, ya da fark etmiyorsun .. çünkü insan olduğundan farklı görünemez. Elbette ki, yalancı gösteriler de var, kendini olduğundan farklı göstermek, yalan gülüşler, sözler .. ne var ki bununla maske takıp, palyaço karakterine düşmeye .. ama tek zayıf an yeter ki, balondan düzeltdigin sahte mutluluğun dağılsın.

İnsanın bilincli şekilde cevap veremeyeceği bir haldı mutluluk bence. Çünkü, bazen insan olduğu, içine düştüğü durumu tam anlamı ile idrak edemiyor. Aslına bu onların suçu değil ..
Ben kendim şu anda durumun ne yerde olduğunu anlamaya çalışıyorum ..
Sonuç? ..netice elde etmek için öncelikle çok az sayıda yakın bildiğim insanlara bu soruyu sordum - "mutlumusunuz diye ?"
Cevaplar tuhaftı, kesin biliyorum ki 2si yok dedi, bazısı neden soruyorsun ki dedi, bana delimi oldun soran da oldu :) (.Aziz insan mutlusun sorusunu vermek ne zamandan delilik olarak kabul ediliyor?), Kimisi somut evet, kimisi de bu gün evet cevabını verdi. Nerdeyse memnun etti cevaplar beni ama daha çok  kişiden sormak istedim. Sayfada soru ayni sekilde tanimadigim insanlara verildi "mutlumusunuz?", Soruya aynı  cevaplar almadım, farklı, ilginç, benim gibi düşünen, düşünmeyen, ve yine de kendini mutlu eden etmeyen insanlar ....
Kendime bu soruyu 3 kişi verdi .. Peki sen mutlusun? ..sorusundan kacdim. Şimdi de kaciyorum. Ben mutluluğun ne olduğunu biliyorum, ama bu soruya cevap vermek istemiyorum. Bu kadar basit ...

Mutluluk anların ani kıvılcımi .. O kıvılcımı gördünse demek sen mutlusun. Bu biliyormusunuz neye benziyor? Gökyüzünde yıldız kayarken biri görür ve heyecanla "Bakın yıldıza, Bak! Bak! Yıldız kayiyor!", Diğeri "Hani?Nerdeydi? Görmüyorum!", Öbürü "Aaa ben gördüüümm .. Ne guzeldi ..", bir başkası hiç başını kaldirmadan "nesi guzel? yildiz iste bir  günde kaç yildiz kayiyor
 .." diyor. Mutluluğu kendisi için yaratan, mutluluğu, yanına geçen ve onu görmeyi başaramayan, mutluluğu yakalamayı bilen ve bir de genel olarak, mutluluk aramayan ... Seçim sizin ... Yani bizim ... =)

O zaman aklıma gelmezdi...

zaman: Haziran 12, 2016 0 yorum
  zaman aklıma bile  gelmezdi. Evet evet  aklıma bile gelmezdi ki, ben büyüdügüm evin penceresinden dişariya bakınca herhangi küresel sorunlar, gelecek hakkinda, umutlar, planlar, kaygılar, içimdeki boşluk hissini doldurmak, kendimi arayıp bulmak, arzularıma ulaşmak gibi konular hakkında düşünecegim.
Zaman vardı ki, Nevruz bayraminda ( Bahar Bayraminda) balkondan   bakıp orada buyuk kucuk demeden  mahalle cocuklarinin  Nevruz tongalinin  kurulup -kurulmadığını ve muzik esliginde eglenen cocuklari dikkatle izliyordum. Eğer orada her carsamba tongal atesi alevlenmeye  başladıysa, demek ki, Nevruz  yaklaşmıştı. Bilmiyorum, ben pencereden bu alevlenen  ateşi görünce çok sakinleşiyordum, bayram  havasina, giriyordum. Ardından da Nevruz bir kutlama olarak benim için önemini yitirdi. Çocukken aklıma bile gelemezdi ki, benim için tatil kavramı ne zamanssa önemini kaybedecek ve anlayış gibi, ruhsal rahatlık gibi, rahatlık kaynağı olarak ölecek. Ama aslında bu bir çok şeyin başlangıcıni yapdi.
Örneğin, o zaman aklıma bile gelmezdi ki, yıllar sonra  pencereden arabalarin yoluna bakınca sadece yalniz olduğumu fark edecegim .Bu engelleri aşmak için ben kendi iç dünyama doğru harekete başliycam ve öyle kendi içimde de kaybolup baticam.
Aklıma bile gelmezdi ki, ne zamansa ben   Franz Kafka, Sigmund Freud, Viktor Hugo, Jek London Adam Smith gibi dahilerin eserlerini okumak hakkında planlar yapacağım.
Aklıma bile gelmezdi ki, pencereden göğe bakınca çocukken içten, samimi iyi oldugunu hissetdiklerim cogu  inandıklarım  bana karşı ihanet edecek ve onu kendimden uzaklaşdırıcam. Yerine ise zor bir seyahate başliycam. Gecenin karanlığında göğe bakınca "Andromeda dumanlığı" galaksisini görmeyi basaricam ve insanlığın henüz bağlantı yaratmadığı uygarlıklar hakkında hayaller kuracagim.
Aklıma bile gelmezdi ki, ben ne zamansa pencereden bakıp var olmanın, varlığın ne ağır bir yük olduğunu anliycam, kederlenicem.
Aklıma bile gelmezdi ki, pencereden bakarken şehrin o garip gurultusunu hatirlayinca  sarsılıcam. Aslında şehrin canlı varlık olduğunu ve bağımsız bilincinin olduğunu anlayacağım. Canlı varlık gibi çok korkunç olduğunu ve insanlara karşı acımasız olduğunu öyrenicem. Kanla gidalandığını görücem. Ama kimseye   bir şey diyemiycem.
İşte yine  aklıma da gelemezdi ki, ben bir şeyleri değiştirmek, bir şeyi iyileştirmek hakkında düşünecegim. Bu konuda o kadar çok düşünücem ki, sonuçta utopiyalara aşık olup kendim cok duygusal olucam. Iyi toplum anlayışı ile kendimi ovutucam ve kendimi  şimdiki toplumlara yabancilaşdırıcam.
Aklıma bile gelmezdi ki, içimde bu kadar cok sey barındıracam. Bu dusunduklerimin dikenleri içimi dağıtıp kanaticak ve benim canimi daha yakicak. Neden kendimizi bu kadar çok yorduğumuz hakkında düşünücem. Çirkinliğin ve şerrin  kotulugun neden var olduğunu, iyiligin, samimiyyetin, duyarliligin niye az oldugunu neden bu bahs etdiklerimi düşündüğüm hakkında henüz galiba çok kendimi yorucam.
Aklıma bile gelmezdi ki, ben  bir gun bütün bunları yazicam.
En önemlisi de, aklıma bile gelmezdi ki, gecenin bir yarısı ne zamansa tertemiz çocuk gözlerimle dışarı baktığım  o pencereden bakmak istediğimde kendimi göreceğim. Bu dünyanın sadece anlatdiklarim icin elinden bir sey gelmiyen benden ibaret olduğunu ve artık gece olduğunu anlayacağım. Her seye ragmen Allahin hep bizimle oldugunu dusunub  Her zorlukla beraber kolaylik oldugunu , Allahin bize sah damarimizdan yakin oldugu  ayesini dusunerek rahatliycam . 

7 Haziran 2016 Salı

BİZ insanlar çok garipiz. . .

zaman: Haziran 07, 2016 0 yorum
BİZ yaşıyoruz. Aynı dünyada, ama yerlerimiz bambaşka. Çocukken cabuk  büyümek, büyüdukden sonra  çocuk olmak istiyoruz. Kimisi `gök`de, kimisi` yer`de,  kimisi ise sadece anne babalarinin kalbinde  yaşayabiliyor bir ömür.
Biz seviyoruz. Aynı isimle, ama anlayışımız bambaşka. Kimisi sadece kendini sever, kimisi sadece insanları sever, kimisi sadece karşı cinsle olan ilişkisini sevgi zanneder. Bazen sevgimizle kalbimizi temizledigimizi zannediyoruz, fakat bazen sadece ruhu kirletir.

"Biz aklımızın sesini dinleseydik asla sevemezdik. Hiçbir zaman da dostumuz olmazdı. "(Rey Bredberi)

BİZ görüyoruz. Aynı gözle, ama gördüklerimiz bambaşka. Kimisi bir ömür gökten yere bakib kendini büyük sanır, sadece yere indiği zaman anlar kendi küçüklüğünü. Kimisi yalniz yerden göğe bakıp ona yaklaşmaya çalışır bir ömür. Kimisi sadece yanında olanları görmekle yetinir, ne göğe yükselmeye çalışır, ne de yere inmeye.

BİZ korkuyoruz. Korku herkesin duyduğu, hissettiği bir şeydir. Farklı durumlarda, zamanlarda olmasına rağmen o fark aynıdır. Geceden, Ölüden , denizden, uçaktan, kalp ağrısından, babasından, yalnızlıktan çok şeyden korkabilir insan. Ama çoğu zaman Korkak adlandırılacağından korktuğu için korkularını saklar.
Kimisi ağlar. Bazen mecazi anlamda, bazen sevinçten, bazen üzüntüden, bazen sebepsiz. Göz yaşlarımızın bizi zayıflattığını hissetmiyoruz. Aksine onlardan güç aldığımızı düşünüyoruz.
Kimisi akıllı oldugunu zanneder, kendinden akillilari görene kadar. Fakat bunu kabul edemez bazen. Kimisi akıllı olmayı sadece "Suç ve Ceza" yı, "Sefiller" i okumakta, sosyal ağlarda felsefi  sozler yazmakta görüyor, kimisi ise zeki olduğunun farkına varmadığı takdirde sadece çevredekiler hisseder onun kim olduğunu. Kendimizi akıllı zan edebiliriz, ama bir çoğumuzun aklı olsa da onu kullanma kuralini bilmez. Aslında bizim aklımız genişdir, sadece düşüncemiz dar.

Bazilari aslında ikiüzlü diye söylerdim, ama çökyüzlü diyorum. Kimisi ihanet ediyor, fakat kendisi bunu doğru bulur, kimisi hayatını yalan üzerine kuruyor, kimisi dogru olduğu halde herkes onu yanlış anlıyor, kimisi gerçekte hiçbir zaman kendisi gibi olamıyor, bir ömür her insana ve mekana uygun maskelerle dolanır.

BİZ aslında çok şey yapıyoruz, adı aynı, fakat konsepti ile farklı herkesten.

İşte her şeyin sorumlusu da biziz !. Yok, belki de biz değiliz.

Tek doğru biziz! Bu yüzden aslında biz hiç kimiz, kendini geliştirmek hakkında düşünmeden sadece "Ben dogruyum" ideolojisi ile yaşıyan insanlarız. Kendimizi haklı çıkarmaktır tek çabamız. Kendimizi haksızlığa uğramış göstermektir tek  dogrumuz. Bununlaysa biz sadece olduğumuz yerde sayıyoruz. Biz sadece yakınarak seyrediyoruz. Fakat anlamıyoruz ki, yaptığımız tercihlere göre başımız derde girerse ilk suçlaması gereken kişi kendimiziz. Sızlanmak ve başkalarını suçlamak yerine, hatayı bulmaya çalışmak, yıkımla yas tutmamak, ne olur olsun ayağa kalkmaya çalışmak gerekir.

Ya Bu Dünya BİZ İnsanlar için değil, ya da biz insanlara bu Dünya'ya uygun değiliz.

BİZ çok garipiz. . .

4 Haziran 2016 Cumartesi

Geri ver aşkımı

zaman: Haziran 04, 2016 0 yorum


Dünyada min gözəl tapardım  (Dünyada bin güzel bulurdum)
Sən mənim ömrümü qopardın (Sen benim ömrümü kopardın)
Qaytar ver ömrümü günümü (Geri ver ömrümü günümü)
Sən onu özünlə apardın. (Sen onu kendinle götürdün.)



Gəl məni ucuz tutma sən (Gel beni ucuz tutma sen )
Getmisən heç qayıtma sən (Gitmişsin hiç dönme sen)
Qaytar ötən günləri  (Geri ver geçen günleri)
Sən qaytar qaytar ömrümü (Sen geri ver geri ver ömrümü)

[Nakarat:]
Ver mənim eşqimi (Ver benim aşkımı)
O sənə heç gərək deyil (O sana hiç gerek değil)
Gəl qaytar eşqimi ( Gel geri ver  aşkımı)
O solqun bir çiçək deyil (O solgun bir  bir çiçek değil)

Ver mənim eşqimi (Ver benim aşkımı)
O sənə heç gərək deyil (O sana hiç gerek değil)
Gəl qaytar eşqimi ( Gel geri ver  aşkımı)
O solqun bir çiçək deyil (O solgun   bir çiçek değil)


Uzanıb qaldı əllərim  (Uzayıp kaldı ellerim)
Elimde soldu güllerim (Elimde soldu güllerim)
Sana dön gel demiyorum (Sana dön gel demiyorum)
Qaytar o ayları yılları (geri ver o ayları yılları )

Uzanıb qaldı əllərim  (Uzayıp kaldı ellerim)
Elimde soldu güllerim (Elimde soldu güllerim)
Qaytar o ayları yılları (geri ver o ayları yılları )

Gəl məni ucuz tutma sən (Gel beni ucuz tutma sen )
Getmisən heç qayıtma sən (Gitmişsin hiç dönme sen)
Qaytar ötən günləri  (Geri ver geçen günleri)
Sən qaytar qaytar ömrümü (Sen geri ver geri ver ömrümü)

[Nakarat:]
Ver mənim eşqimi (Ver benim aşkımı)
O sənə heç gərək deyil (O sana hiç gerek değil)
Gəl qaytar eşqimi ( Gel geri ver  aşkımı)
O solqun bir çiçək deyil (O solgun bir  bir çiçek değil)

Ver mənim eşqimi (Ver benim aşkımı)
O sənə heç gərək deyil (O sana hiç gerek değil)
Gəl qaytar eşqimi ( Gel geri ver  aşkımı)
O solqun bir çiçək deyil (O solgun   bir çiçek değil)

3 Haziran 2016 Cuma

Gurbetde olanlar dinlesin..Hayedeh - Faryad (Feryat) Türkçe çevirisiyle

zaman: Haziran 03, 2016 0 yorum
Benim ümidimi benden alma Allah'ım 
Benim özlemiş kalbimi kırma Allah'ım 
Ben yuvamdan ayrıyım,başım gök yönünde 
Yararım yok,yorgunum dostlarımdan ayrı düştüm 
Fırtananın belası yüzünden kanatlarım kırılmış 
Benim ümidimi benden alma Allah'ım 
Benim özlemiş kalbimi kırma Allah'ım 
Benim yüreğimdeki ipek heves rengini yitirmiş 
Kafes içindeyken ben derdimi kime söyleyim 
Yazıklar olsun ki kader benim kollarımı bağlamış 
Gece gündüz boğazımda hıçkırıklar düğümlenir 
Feryad ediyorum bu fırtınanın elınden 
Aman bu fırtınadan.. Aman bu adaletsizlikten 
Benim ümidimi benden alma Allah'ım 
Benim özlemiş kalbimi kırma Allah'ım 
Ben yuvamdan ayrıyım,başım gök yönünde 
Yararım yok,yorgunum dostlarımdan ayrı düştüm 
Fırtananın belası yüzünden kanatlarım kırılmış 
Benim yüreğimdeki ipek heves rengini yitirmiş 
Kafes içindeyken ben derdimi kime söyleyim 
Yazıklar olsun ki kader benim kollarımı bağlamış 
Gece gündüz boğazımda hıçkırıklar düğümlenir 
Feryad ediyorum bu fırtınanın elınden 
Aman bu fırtınadan.. Aman bu adaletsizlikten
 

DAN ULDUZU Template by Ipietoon Blogger Template | Gadget Review