Mehemmed Hasan amca yine yanıtladı onu,
“Görüşe gelmenin herhalde yararı vardır. Çünkü aramızda görüşmeler olmazsa ilişkilerimiz kopar.”
Sırayla oturan köylülerin hepsi bu konuda Mehemmed Hasan amcadan yanaydılar. Çünkü Meşhedi Oruç'un sorusu düşündürücü olsa da, alışılmamıştı. Birileri ziyaretten dönecek de onun görüşüne gidilmeyecek, olacak şey değil. Tartışma en az bir saat kadar sürdü. Çubuklar doldu, boşaldı… Her birinin önünde bir tepecik kül birikti. Söyleşinin en tatlı yerinde, sokağın sol tarafından dönemeci birisi döndü, hızla gelip köylülere yaklaştı, selam verdi ve Mehemmed Hasan amcaya,
“Mehemmed Hasan amca,” dedi. “Hemen oğlanı gönder, eşeği getirsin. Kaymakam çağırdı, ivedi kente gideceğim.”
Adamı görür görmez köylüler çarçabuk ayağa kalktılar, selamını karşıladılar.
“Baş üstüne, baş üstüne, eşek feda olsun sana. Hemen kendim gider eşeği çıkarıp getiririm.” Yanıtını tamamlayan Mehemmed Hasan amca çabucak avluya koştu.
O, eşeği getiredursun, biz bu gelenin kim olduğuna bakalım.
Bu gelenin sıradan birisi olmadığı anlaşılmıştır, tabii. Neden derseniz, bir bu ki köylüler söyleşilerini, en tatlı yerinde olduğuna bakmayarak kesip ayağa kalkmışlar, belki de başlarını öne eğmişlerdi. İkincisi de bu anda Mehemmed Hasan amca gözünün nuru tek varlığı eşeği ki onu Kerbela'ya gitmek için almış, geceli gündüzlü bakımında tutmuş, beslemiş ki onu yollarda bırakmasın. Bu yüzden eşeği yorulmaması için kimseye vermemesi gerektiği halde, bu adamın isteği karşısında hiç duraksamadan kendi eliyle eşeği getirip vereceğine bakılırsa, bu adamın kim ve neci olduğu önem kazanır.
Evet, rasgele birisi değildi eşeği isteyen, Danabaş Köyü'nün muhtarı Hudayarbey'di. Ben şimdi Hudayarbey'in geçmişinden söz etmek istemem. Çünkü kendisi de geçmişini anımsamaktan hoşlanmaz. Dünyanın bugünkü gidişine göre, toplumdaki yüksek yerinden alçağa inenin, varsıllıktan yoksulluğa düşenin öyküsü her zaman anlatılır,
“Ay, bilemezsiniz, anam böyle, babam öyle… Varsıllığımız ölçülemez kadardı, emlakımız, saygınlığımız.” Ama sıfırdan yükselenin, yoksulluktan varsıllığa, hiçlikten önemliliğe çıkanın hiçbir öyküsü olmaz, geçmişi anımsamayı konu etmez. Örneğin Mehemmed Hasan amca yedi gün yedi gece babasının varsıllığından, saygınlığından söz etse doymaz, ama Hudayar muhtar kimseye babasının adını bile söylemez. Ne zaman ki söyleşi bu tür konulara yaklaşırsa, Hudayar muhtar,
“Kardeşim,” der. “Şimdi nemize gerek ana baba sözü, onlar ölüp gitmişler. Tanrı gani gani rahmet eyleye… Şimdi senden, benden söz açalım.” Madem, Hudayarbey de geçmişinden söz edilmesini sevmez, ben de onu üzmek istemem, geçmişini karıştırmayı gereksiz buluyorum.
Hudayarbey'in ancak otuz yedi ya da otuz sekiz yaşı olmalı, daha fazla olamaz, daha az olabilir. Uzun boyludur, çok uzun boylu. Uzunluğu yüzünden eskiden bir lakabı vardı. Ama ben geçmişinden söz etmeyeceğime söz verdim. Sözümü tutmam gerek. Evet boyu uzun, sakalı ve kaşları çok kara, gözleriyse kapkara. Gözlerinde hiç ak yok. Kimi zaman şapkasinı çeker gözlerinin üstüne, şapka kara, gözler kara, yüz kara… şapka altından ışıldayan gözler insanı oldukça korkutur. Bunlar önemli değil. Önemli olan Hudayarbey'in burnunun eğriliğidir. Bu eğrilik bildiğiniz eğrilerden değil, eşi benzeri bulunmaz. Burnu eğri çok güzeller gördüm, onunki bir acayip. Burnunun üstünde dikine yükselen bir kemik var, kemiğin alt tarafı etlidir, horoz ibiği gibi sola sarkmış. Doğuştan mı böyle, sonra mı olmuş, onu bilmiyorum. Kısacası çirkin bir burun bu… Bu burunla Hudayarbey'e yakışıklı denemez.
İki yıldan beri Danabaş Köyü'nün muhtarı. Muhtarlığının da başka bir serüveni var. Hudayarbey başka muhtarlar gibi bu duruma gelmiş değil. Alışılmış olanı muhtarın halkça seçilmesiyken o başka yoldan gelmiş. Çok kolay bir kestirmeden. Eskiden yani iki yıl önce belediye başkanının yanında türlü hizmetlere koşan çavuştu. Başkan onun anasını kendisine müta evliliği yapınca, karşılığında onu köyümüze muhtar atadı. Şöyle ki önce bir hafta içinde esas muhtarı işten elçektirdi, bir süre köy muhtarsız kaldı, ardından bir gün Hudayarbey'i muhtar olarak bulduk karşımızda.
Muhtarlık çok değiştirdi Hudayarbey'i. Değişiklik giyiminden başladı… Üst başını yeniledi, eline bir kızılcık dalı aldı ve car saldı ki, bundan böyle adı Hudayar değil, Hudayarbey'dir. Bu beyliğin ona nereden bulaştığını kimsenin sormaya hakkı yoktu. Halka göre beylik ona belediye başkanının anasıyla müta evliliği yapmasından kaynaklanmaktadır. Bugüne dek yirmi otuz kadar köylü kodese tıkılmış, sırf yanlışlıkla ona Hudayar muhtar demeleri yüzünden, Hudayarbey demediklerinden.
Dehleye dehleye Mehemmed Hasan amca eşeği sokağa çıkardı. Ardından yedi sekiz yaşında kel bir oğlan, ayagi- başı açık, kendini yerlere atarak, ağlaya ağlaya, bağıra bağıra, yapıştı eşeğin kuyruğundan. Bu Mehemmed Hasan amcanın küçük oğluydu,
“Eşeğimi nereye götürüyor? Vallahi bırakmam.”
Ağlayarak zırlayarak eşeğin kuyruğuna asılan oğlan, eşeğin yürümesini önledi. Babası gerçekten çok yufka yürekliymiş, çocuğunu hiç üzmezmiş, ona yaklaşıp gönlünü almaya çalıştı, sakinleşmesini istedi,
“Sakin ol yavrum,” dedi. “Eşeğin akşam yine dönüp eve gelecek. Bunda tasalanacak bir şey yok, ne olacak eşeğe? Eşeği satmıyorum ki, Hudayarbey amcan onu kente götürüp, orada ona bol bol arpa yedirecek.”
Çocuk Nuh diyor peygamber demiyordu,
“Hayır, vallahi bırakmam, onu hiçbir yere göndermem, kesin göndermem.”
Oğlan bunları söylerken elindeki sopayla eşeğin başını çevirdi, avluya sokmaya çalıştı. Bu sırada Hudayar muhtar çocuğun arkasına yaklaşıp sopasını sırtına indirdi ve “Ulan köpek, eşeği nereye götürüyorsun? Kör müsün, benim burada olduğumu görmüyor musun? Canına okurum vallahi…”
Oğlan,
“Yandım Allah…” diye feryadı basıp avluya kaçtı. Hudayar muhtar da eşeğe binip kentin yolunu tuttu. Köylüler dağıldı. Mehemmed Hasan amca muhtarı uğurladıktan sonra, üzüntüyle çocuğunun ardından eve girdi.
Öğleyi yarım saat geçmekteyken, Hudayarbey kente vardı. Eşeği Mehemmed Hasan amcadan isterken, “Beni Kaymakam çağırdı,” demişti. Hâlbuki yalandı bu, Kaymakam onu çağırmadıydı. Kaymakamın çağrısı üzere gelmiş olsaydı daha erken gitmeliydi, çünkü Hükümet Konağı öğleden sonra kapanır. Hudayarbey'in başka bir işi vardı.
Eşeği kervansaraya bırakıp çarşıya gitti, yedi girvankelik bir kelle şeker alıp koltuğunun altına vurdu. Doğru Buzhane mahallesine yöneldi. Bir süre gittikten sonra sola saptı, dar bir yola girmişti, arkı atlayıp alçak bir kapının önünde durdu. Kelleyi yere koyup üst başının tozunu silkeledi. Sol bacağını kaldırdı sağ eliyle ve sağ bacağını kaldırıp sol eliyle pantolonunun paçalarını silkeledi. Sapkasinı çıkardı sol eline aldı, sağ eliyle tozunu temizledi, başına giydi. Kelle şekeri yine koltuğunun altına aldı, bir kez öksürdü ve kapıyı çaldı. Avludan bir kadın sesi,
“Kim o?” diye sordu.
Hudayarbey bir kez daha kapıyı çaldı. Az sonra dört beş yaşında bir kız çocuğu açtı kapıyı ve Hudayarbey'i görünce cin çarpmışa döndü, kapıyı kapayıp içeriye kaçtı. Avludan sesi duyuluyordu,
“Yetiş ay ana! Kapıda koskocaman bir adam var!”
“Yavrum, evladım, Kadı efendi evde mi?”
Kız Hudayarbey'den öyle ürktü ki onu yanıtlamaya cesaret edemedi. Bu arada kapı yine açıldı, bir delikanlı kapı eşiğinde durup şaşkınca Hudayarbey'in gözlerinin içine dikti gözlerini. Hudayarbey sorusunu yineledi,
“Kadı efendi evde mi?”
“Evde, ne olacak?”
“Görüşmek istiyorum.”
Delikanlı söz etmeden kapıyı örttü, gitti, az sonra gelip kapıyı açtı ve “Gel!” dedi.
Hudayarbey başını önüne eğip kapıdan içeri girdi, iki basamakla avluya indi. Görüntü, kadının karısının çamaşır yıkadığını gösteriyordu. Önde giden delikanlı kapıyı açar açmaz içerdekileri uyardı,
“Hanım, çekil!.. Erkek geliyor!..”
Avlunun bir kenarında bir leğen, yanında tepeleme yıkanmış çamaşır. Çamaşırın kirli suyu akıp kapının yanına dek gelmiş gölleşmiş.
Hudayarbey'in girdiği yer hiç de avluya benzemiyordu, dört duvarla çevrili bir boşluk. Eni on, uzunluğu on beş adım kadar ancak olur. Belki de burası iç avlu, ya da arka avlu. Bu kentteki evlerin avluları hep ağaçlı, çiçekli olur, ama Hudayarbey girdiği bu avludan başka bir yer görmedi.
Delikanlı sağa kaptı, dar bir dehlize. Az sonra aynı yerden beli bükük, sol eli cebinde, sağ eli gözlerinin üstünde yaşlı bir adam çıktı, yaklaştı Hudayarbey'e ve “İsteğin nedir, kardeş?” diye sordu.
“Amca, Kadı efendiyi görmek isterim maruzatım var.”
“Evladım, nerelisin?”
“Ben Danabaş Köyü'nün muhtarıyım, Kadı efendiyi görmek isterim.”
“Koltuğunun altındaki ne?”
“Kelle şeker, Kadı efendiye getirdim. Hayırlı bir işimiz var, ağzımız tatlansın dedim.”
Devami var....