O, dünya şiirinin dev şairidir. Sevdaları onun olduğu kadar da bizimdir. Her şiiri heyecanlandırıyor, , acı veriyor. Ama bu öyle bir azapdir ki, seni göklere yükseltir! ..
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür,
Ve bir orman gibi kardeşçe.
Bu hasret bizim!
Nazım şiirinde hasret canlısi; yaşar, nefes alır, kendinin de farkında olmadan senin hislerine hakim kesilir. Bu hasret bulaşıcıdır, seni takip eder, kendin de bilmeden ona bulaşırsin ve artık başka yolun kalmaz; artık onunla oyalanmalı, onunla nefes almalısın. İnsanlara, dünyaya bu hasretin gözüyle bakmalısın.
Şiirlerinin birinde şair dünyaya sevdiği insanın gözleriyle bakıyor:
"Gözlerin, gözlerin, gözlerin, gün gelecek gülüm, gün gelecek, kardeş insanlar birbirine senin gözlerinle bakacaklar gülüm.."
Gün gelecek, insanlar dünyaya senin gözlerinle bakacaklar. Nazım özlemini anladıktan sonra dünyaya hasretin gözüyle bakiyoruz- Nazım Hikmet'in her şeyden büyük, güçlü, üstün özleminin. Bu özlemi üsteleye bilmiyoruz, baka-baka kalıyoruz "mavi gözlü devin" dev özleminden.
sen esirliğim ve hürriyetimsin,
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
sen büyük, güzel ve muzaffer
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...
Diyorlar, Nazım Bakü'yü çok severdi, "burda kendini biraz Vatandaki gibi hissederdi". (Bu ifadede "biraz" kelimesinin kendi anlamının sınırlarına sığmayan dev boyutları dikkatimi çekiyor). Onun "Bakü'de uyanmak" adlı şiiri var, hem İstanbul'a benzetiyor Bakü'yü, hem İzmir'e. "Radyodan türkü sesleri geliyor" -yazıyor şair, - "Dil çeşme gibi akıyor".
Hem yakın, hem uzak,
Bakü'de uyanmak.
Memleket kadar yakın, memleket kadar uzaktı şair. O memleket ki ...
Memleketim, memleketim, memleketim!
Memleketim....
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi....
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,...
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
"Memleketin yollarını taşımış" ayakkabının artık gücü kalmamıştı, paralanmışdı. Memlekette yapılmış ceket de, şapka da kendi ömürlerini sona vurmuşdular. Cansıza can veren hasret ise ölümsüz oldu ...
"Türkiyeni çok özlüyordu", - yazıyordu İlya Erenburg - "Kanapenin üstünu türk malı kumaş kaplamıştı. Beni "Bakü" restoranına götürüyordu. Dünya barış toplantısında bir Türkle görüşdugunde ondan bir türlü ayrılamaz bilmiyordu. "Şiirimin kökü yurdumun torpaklarındadır" - yazıyordu Nazim.
Yaşamayı öğrendim,
Doğumun, hayatın bittiği an olduğunu,
Aradaki zamanların ölümden çalınan zaman olduğunu öğrendim.
Celaleddin Rumi'nin ölümsüz sözleridir. Doğumdan ölüme bir adım var. Bu bir an da olabilir, ebediyen de. Her şey bizim seçimimizdən aslıdır. Mevlana sonsuzluğu, sonsuzluğu seçti ... Nazım Hikmet için de "zaman", "mekân" kavramı yoktur. Mekansız insandı. Şiirlerinin birinde diyor: "Götürün beni bir yere ki, kendim de bilmiyorum nereye". Mekanı olmayan şair günlerin birinde kendini Gülhane parkında bulmuştu. Bir ceviz ağacıydı, Gülhane parkında. Ama bu ceviz ağacının yüz bin gözü vardı ve yüz bin gözle bakıyordu İstanbul'a. Hasret şairin kalbini yüz bin göze çevirmişti ve o, İstanbul'u yüz bin gözle seyrediyordu. Bu sevgi doyumsuz ve yüz bin gözyaşı bu sevgiyi doya doya yaşamaya yetmezdi, bu ağacın yüz bin yaprağı onu sevenlerin göz yaşını sile bilmezdi ...
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Insan olmak için sevmeliydik. Yoksa insan vücudunda esir ruhumuz nasil özgür olabilirdi? .. "Trende'da üçüncü konumda", "gemide güvertede" giden insanlar insan olmanın nasıl bir zevk olduğunu nasıl anlayabilir miydi? .. Güneşin naz-gamzesini, suyun dalğınlığını, kedi yavrusunun hislerini nasıl anlayabilirdik ?
Sona kadar anlayıp duya bilmediğimiz şeyler vardı ve bütün bunları duya bildiği için o Nazim idi. Aşıktı ...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni Seviyorum,
ama nasıl?
Kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz
yüzde hudutsuz kere ...
"Her geçen gün daha da aşık oluyorum" -yazdı Nazim- "Doğaya, insanlara, sanatima, ideallerime. Ve çok şükür ki, aşığım. Bu aşk mistik anlamda değil. Bana öyle geliyor, bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir ağaca, bir ormana, tek bir fikir ve düşünceye, bir çok fikir ve düşünceye aşık olmadan yaşamak yaşamak değildir ".
Nazım Hikmet nerede yazıyorsa, yazsın- ister hapishane duvarları arasında, ister bir ülkede, ister memleketinde, - tüm şiirlerinde yaşamak yankısı var. Şair için yaşamak derin felsefedir. Hayata dair şiirlerinden ekmek kokusu geliyor. Yoksa, bu şiirlerin bizim hayatımıza, ruhumuza bunca etkisini nasıl anlatabiliriz? Biz farkına varmadıkda bile, bu şiirlerin bizim ruhumuzu duyduğunu, yaramıza merhem olduğunu, iyimser hale getirdigini, teselli olduğunu nasıl izah edebiliriz? En zor anlarımızda tesadüfen aldığımız mektuplarla bu şiirlerin karşımıza çıktığını, bizimle derdleşdiyini, "Neyin pahasına olursa olsun, yaşayacaksın, yaşamak ciddi bir iştir" - diye bizi hayata tutundurdugunu nasıl anlatmak olur? Hayatta öyle şeyler var ki, sadece yaşanılır. "Okyanusları görmek yok, yaşamak gerekir", - diyordu şair.
Gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun
karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konuştum
ağzımı açmadım.
Sen yoktun
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi.
Çok çok uzaklardan gelmişti, çok çok uzaklardan ... İnsanlara yakın olduğu kadar da uzaktı. Aşklara yakın ve uzak. Memleketine yakın ve uzak ... 2009- yılında Türkiye devletinin verdiği önemli bir karar Nazimi çok uzaklardan arzusunda olduğu toprağa getirdi. Aynı yılın Ocak ayının 5-de, 25 Temmuz 1951 tarihinde vatandaşlıktan çıkarılan Nazım Hikmet'e Türk vatandaşlığı geri verildi. Şairin neşini de Vatana getirmek arzusunda olan qəzetçilərdən biri yazıyordu: "Memleketinde bir köy mezarlığına gömecekler seni. Başının üstünde ulu bir çınar, gökyüzünde güneş ve beyaz güvercinler olacak. Senin olmadı, belki de bizim en güzel günlerimiz henüz yasamadiklarimizdir ... Belkide..... "
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür,
Ve bir orman gibi kardeşçe.
Bu hasret bizim!
Nazım şiirinde hasret canlısi; yaşar, nefes alır, kendinin de farkında olmadan senin hislerine hakim kesilir. Bu hasret bulaşıcıdır, seni takip eder, kendin de bilmeden ona bulaşırsin ve artık başka yolun kalmaz; artık onunla oyalanmalı, onunla nefes almalısın. İnsanlara, dünyaya bu hasretin gözüyle bakmalısın.
Şiirlerinin birinde şair dünyaya sevdiği insanın gözleriyle bakıyor:
"Gözlerin, gözlerin, gözlerin, gün gelecek gülüm, gün gelecek, kardeş insanlar birbirine senin gözlerinle bakacaklar gülüm.."
Gün gelecek, insanlar dünyaya senin gözlerinle bakacaklar. Nazım özlemini anladıktan sonra dünyaya hasretin gözüyle bakiyoruz- Nazım Hikmet'in her şeyden büyük, güçlü, üstün özleminin. Bu özlemi üsteleye bilmiyoruz, baka-baka kalıyoruz "mavi gözlü devin" dev özleminden.
sen esirliğim ve hürriyetimsin,
çıplak bir yaz gecesi gibi yanan etimsin,
sen memleketimsin.
Sen ela gözlerinde yeşil hareler,
sen büyük, güzel ve muzaffer
ve ulaşıldıkça ulaşılmaz olan hasretimsin...
Diyorlar, Nazım Bakü'yü çok severdi, "burda kendini biraz Vatandaki gibi hissederdi". (Bu ifadede "biraz" kelimesinin kendi anlamının sınırlarına sığmayan dev boyutları dikkatimi çekiyor). Onun "Bakü'de uyanmak" adlı şiiri var, hem İstanbul'a benzetiyor Bakü'yü, hem İzmir'e. "Radyodan türkü sesleri geliyor" -yazıyor şair, - "Dil çeşme gibi akıyor".
Hem yakın, hem uzak,
Bakü'de uyanmak.
Memleket kadar yakın, memleket kadar uzaktı şair. O memleket ki ...
Memleketim, memleketim, memleketim!
Memleketim....
ne kasketim kaldı senin ora işi
ne yollarını taşımış ayakkabım,
son mintanın da sırtımda paralandı çoktan,
Şile bezindendi....
Sen şimdi yalnız saçımın akında,
enfarktında yüreğimin,...
alnımın çizgilerindesin memleketim,
memleketim,
"Memleketin yollarını taşımış" ayakkabının artık gücü kalmamıştı, paralanmışdı. Memlekette yapılmış ceket de, şapka da kendi ömürlerini sona vurmuşdular. Cansıza can veren hasret ise ölümsüz oldu ...
"Türkiyeni çok özlüyordu", - yazıyordu İlya Erenburg - "Kanapenin üstünu türk malı kumaş kaplamıştı. Beni "Bakü" restoranına götürüyordu. Dünya barış toplantısında bir Türkle görüşdugunde ondan bir türlü ayrılamaz bilmiyordu. "Şiirimin kökü yurdumun torpaklarındadır" - yazıyordu Nazim.
Yaşamayı öğrendim,
Doğumun, hayatın bittiği an olduğunu,
Aradaki zamanların ölümden çalınan zaman olduğunu öğrendim.
Celaleddin Rumi'nin ölümsüz sözleridir. Doğumdan ölüme bir adım var. Bu bir an da olabilir, ebediyen de. Her şey bizim seçimimizdən aslıdır. Mevlana sonsuzluğu, sonsuzluğu seçti ... Nazım Hikmet için de "zaman", "mekân" kavramı yoktur. Mekansız insandı. Şiirlerinin birinde diyor: "Götürün beni bir yere ki, kendim de bilmiyorum nereye". Mekanı olmayan şair günlerin birinde kendini Gülhane parkında bulmuştu. Bir ceviz ağacıydı, Gülhane parkında. Ama bu ceviz ağacının yüz bin gözü vardı ve yüz bin gözle bakıyordu İstanbul'a. Hasret şairin kalbini yüz bin göze çevirmişti ve o, İstanbul'u yüz bin gözle seyrediyordu. Bu sevgi doyumsuz ve yüz bin gözyaşı bu sevgiyi doya doya yaşamaya yetmezdi, bu ağacın yüz bin yaprağı onu sevenlerin göz yaşını sile bilmezdi ...
Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var.
Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul'a.
Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.
Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul'u.
Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.
Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda.
Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.
Insan olmak için sevmeliydik. Yoksa insan vücudunda esir ruhumuz nasil özgür olabilirdi? .. "Trende'da üçüncü konumda", "gemide güvertede" giden insanlar insan olmanın nasıl bir zevk olduğunu nasıl anlayabilir miydi? .. Güneşin naz-gamzesini, suyun dalğınlığını, kedi yavrusunun hislerini nasıl anlayabilirdik ?
Sona kadar anlayıp duya bilmediğimiz şeyler vardı ve bütün bunları duya bildiği için o Nazim idi. Aşıktı ...
Erkek kadına dedi ki:
-Seni Seviyorum,
ama nasıl?
Kilometrelerce derin, kilometrelerce dümdüz,
yüzde yüz, yüzde bin beş yüz
yüzde hudutsuz kere ...
"Her geçen gün daha da aşık oluyorum" -yazdı Nazim- "Doğaya, insanlara, sanatima, ideallerime. Ve çok şükür ki, aşığım. Bu aşk mistik anlamda değil. Bana öyle geliyor, bir tek insana, yüz milyonlarca insana, bir ağaca, bir ormana, tek bir fikir ve düşünceye, bir çok fikir ve düşünceye aşık olmadan yaşamak yaşamak değildir ".
Nazım Hikmet nerede yazıyorsa, yazsın- ister hapishane duvarları arasında, ister bir ülkede, ister memleketinde, - tüm şiirlerinde yaşamak yankısı var. Şair için yaşamak derin felsefedir. Hayata dair şiirlerinden ekmek kokusu geliyor. Yoksa, bu şiirlerin bizim hayatımıza, ruhumuza bunca etkisini nasıl anlatabiliriz? Biz farkına varmadıkda bile, bu şiirlerin bizim ruhumuzu duyduğunu, yaramıza merhem olduğunu, iyimser hale getirdigini, teselli olduğunu nasıl izah edebiliriz? En zor anlarımızda tesadüfen aldığımız mektuplarla bu şiirlerin karşımıza çıktığını, bizimle derdleşdiyini, "Neyin pahasına olursa olsun, yaşayacaksın, yaşamak ciddi bir iştir" - diye bizi hayata tutundurdugunu nasıl anlatmak olur? Hayatta öyle şeyler var ki, sadece yaşanılır. "Okyanusları görmek yok, yaşamak gerekir", - diyordu şair.
Gemiler geçmiyor uçaklar uçmuyor
sen yoktun
karşında duvara dayanmıştım
konuştum konuştum konuştum
ağzımı açmadım.
Sen yoktun
ellerimle dokundum sana
ellerim yüzümdeydi.
Çok çok uzaklardan gelmişti, çok çok uzaklardan ... İnsanlara yakın olduğu kadar da uzaktı. Aşklara yakın ve uzak. Memleketine yakın ve uzak ... 2009- yılında Türkiye devletinin verdiği önemli bir karar Nazimi çok uzaklardan arzusunda olduğu toprağa getirdi. Aynı yılın Ocak ayının 5-de, 25 Temmuz 1951 tarihinde vatandaşlıktan çıkarılan Nazım Hikmet'e Türk vatandaşlığı geri verildi. Şairin neşini de Vatana getirmek arzusunda olan qəzetçilərdən biri yazıyordu: "Memleketinde bir köy mezarlığına gömecekler seni. Başının üstünde ulu bir çınar, gökyüzünde güneş ve beyaz güvercinler olacak. Senin olmadı, belki de bizim en güzel günlerimiz henüz yasamadiklarimizdir ... Belkide..... "