Bugün size Türk edebiyatının ünlü temsilcilerinden biri olan Sabahattin Ali ve onun ünlü Kürk Mantolu Madonna romanı hakkında yazmak istiyorum.
Sabahattin Ali 1907 yılında Türkiye'nin Gümülcine vilayetinde, şimdiki Bulgaristan arazisinde doğdu.Çok ilginç ve sırlarla dolu hayatı var yazarın. İstanbul İlköğretim okulunu bitirdikten sonra 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Almanya'ya gönderilen yazar, Almanya'ya gittikten 2 yıl sonra tekrar memleketine döndü. O Aydın, Ankara ve Konya'da Almanca öğretmeni olarak çalışmaya başlar. 1945 yılında ise Sabahattin Ali "Makropaşa" adlı gazetesi cikar. Onu da ifade edeyim ki, yazar 1930 yıllardan başlayarak artılq öyküler yazmaya, tanınmaya başlamıştı.
Gazetesi çıkmaya başladıktan sonra yazarin hayatı tamamen değişmeye, zorlaşmaya başlıyor. Sabahattin Ali 1948 yılında gazetesinde yazdığı bir yazıya göre tutuklanarak, 3 ay hapis yatıyor.
Hapisten çıktıktan sonra da huzur bulamayan ve sürekli takip edilen yazar Bulgaristan'a kaçmalı olur. Fakat 1948 yılında, Bulgaristan'a kaçak olarak giden Sabahattin Ali Kırklarelinde, sınır yakınlarındaki orman alanında ölü olarak bulunur.
Onun ölümününün asıl sebebi ise halen gizlidir. Bazıları onun bir hırsız tarafından öldürüldüğü, bazıları bu ölümün önceden gerçekleştirilen suikast olduğunu, bazilaryisa polis şubesine götürülerek, orada gördüğü işkenceler sonucu öldüğünü söyler.
Kitap hakkında yazmadan önce onu da belirteyim ki, yazar "Kürk mantolu madonna" ya roman yok, uzun hikaye, yani novella demeyi daha çok uygun görüyordu.
Romanın baş kahramanları Raif efendi ve Mario Puderdir. Raif effendi içe kapanık, melankolik ve insanlardan uzak duran, hiç kimseyle derdini paylaşmayan, her türlü haksızlığa göz yumup sessiz kalan biridir. Fakat bir gün bu tür insan bir olay sonucu tamamen degisen yeni bir insana dönüşür. kitap gerçekten çok ilginçti. 213 sayfa olmasına rağmen "Kürk Mantolu Madonna" yı bir nefese okudum diyebilirim. Yazarın yazma stili, kitabın kahramanlari, onların düşünceleri, bütün bunlar insanı o kadar çeker ki, insan kitabı elinden birakmak istemez. Hatta bence kitabı okuyan herkes herhangi kahramanda az da olsa kendisini görecektir.Kitapta bahsedilen Kürk manolu Madonna'yı ise yazar Andreas del Sartonun "Madonna delle Arpie" tablosuna benzetiyor. Bir hatirlatma yapiyim , bu tablodan Dostayevskinin "Cinler", F.Kafkanın "Dönüşüm" ve Safanın "Matmazel Noraliyanın koltuğu" adlı romanlarında da kullanıldı.
"Kürk mantolu Madonna" ("Kürk Mantolu Madonna") eseri okul arkadaşı aracılığıyla bankada işe baslayan gencin-Rasimin dili ile taşınır. Rasim eserin baş kahramanlarından biri olan Raif Efendi ile bankada tanıştı ve onun eski hayatının açılmasında büyük katkısı olur. Raif Efendi çocukluktan çekingen, kendine kapalı, baba-anansının tabirince desek "biraz kız gibi karakterli" açıklanmıştır. Genç yaşında babasının Raif Efendi babasının israrilya sabun üretimini öğrenmesi için, Berline gider hem de şehrin çeşitli yerlerinde çok sayıda sergi, müzelerine gidiyor. Bir gün resim galerisini gezerken bir portre karşısında donup kalıyor. Bu resim Mariya Pudreya ait "Kürk mantoli Madonna" potresidir. Resimde açıklanan masum, saf, solgun yüzlü kadına aşık olur ve kendinden asli olmayarak her gün bu portreni seyretmeye gelir. Tabii ki, bu çevredekilerin dikkatinden kaçmıyor, resmin yazarı onunla konusmaya karar verir. Raif Efendi'nin hayatını değiştiren olaylar buradan sonra başlıyor.
Maria Puder eserin ikinci baş kahramanı ... Onu Raif Efendi ile mukaisede daha açık sözlü, kararlı, erkek huylu karakter olarak görüyoruz. Yine de bir çok benzer özellik bir birine bağlanır, birbirlerini seviyorlar. Yazar Maria'nın dili ile erkeklerin kadınlarla ilgili olarak kendinden emin eylemlerini eleştiriyor.
"Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki ... kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini farketmemek için kör olmak lazım. herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için yeterlidir. kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek ... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz ... ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururuna tiksiniyorum". (Sabahattin Ali "Kürk Mantolu Madonna")
Kaderin acı yüzü bir gün onlara görünür. Babasının vefatı ile ilgili Raif Efendi kendi ülkesine, Mariyaya Prag'a annesinin yanına gider. Eskiden sıkça mektublaşsalar da, bir gün bu mektuplar kesilir. Raif Efendi kendiligince Mariyanı hain gibi suçluyor, insanlardan daha da uzaklaşıyor, hiç kimseye inanmamağa başlar.
"Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum kırgınlık,adeta bütün insanlara dağılmıştır; çünkü o benim için bütün insanlığın timsalidir.(Sabahattin Ali "Kürk Mantolu Madonna")
Raif Efendi evlenir çocukları olur, ama, ne eşi, ne çocukları Maria'nın yerini dolduramıyor. Sadece üstünden 10 yıl geçdikden sonra o anlar, aslında Maria ona ihanet etmedi, o kızını, Raif efendinin kızını dünyaya getirirken öldü. Bunu öğrenince onun Mariyaya sevgisi daha da güçlenir.
Eser basit, okunaklı tarzda yazılmıştır. Yazar sanatsal sorulardan kullanımıyla fikrini bizlere iletmek yolunu seçti. Zannediyorumki , gayet başarılı olmusdur.Kitabın son sayfalarına geldigimizde gerçekten romanın bitmesin hiç istemiyordum. Ama kitapta bana karanlık kalan bir nokta vardı. Sanki kitabın sonu biraz eksik kaldı, tam olarak anlatilmamis bazı şeyler.
Bir çok insan kitapta yazılı olayların 2 yıl süreyle Almanya'da yaşayan Sabahattin Ali'nin başına geldiğini, orda yaşadıklarını kaleme aldığını düşünür. Buna düşünmeye hakları da var. Çünkü ... Size ilginç bir konu soyleyim.. Sabahattin Ali öldükten sonra onun cebinde bir kağıt parçası bulunmuştu ve o kağıt parçasında aynen şöyle yazılmıştı: Kürk mantolu Madonna öyle ölmedi ...
Anlasilan yazarın ölümü gibi, Kürk mantolu Madonna'nın da ölümü sır olarak kalacak
Kitaptan Hoşuma giden cümleleri sizlere aktarmak istiyorum:
İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar.
Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi, "birtakım yabancılar beslemek"ti.
Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, "Bu öyle olmayabilirdi!" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.
"insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
....
muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu ... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. o zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu "
Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatları feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı ??
Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melul bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.
Seni deli gibi değil, gayet aklı başında seviyorum...
Sabahattin Ali 1907 yılında Türkiye'nin Gümülcine vilayetinde, şimdiki Bulgaristan arazisinde doğdu.Çok ilginç ve sırlarla dolu hayatı var yazarın. İstanbul İlköğretim okulunu bitirdikten sonra 1928 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Almanya'ya gönderilen yazar, Almanya'ya gittikten 2 yıl sonra tekrar memleketine döndü. O Aydın, Ankara ve Konya'da Almanca öğretmeni olarak çalışmaya başlar. 1945 yılında ise Sabahattin Ali "Makropaşa" adlı gazetesi cikar. Onu da ifade edeyim ki, yazar 1930 yıllardan başlayarak artılq öyküler yazmaya, tanınmaya başlamıştı.
Gazetesi çıkmaya başladıktan sonra yazarin hayatı tamamen değişmeye, zorlaşmaya başlıyor. Sabahattin Ali 1948 yılında gazetesinde yazdığı bir yazıya göre tutuklanarak, 3 ay hapis yatıyor.
Hapisten çıktıktan sonra da huzur bulamayan ve sürekli takip edilen yazar Bulgaristan'a kaçmalı olur. Fakat 1948 yılında, Bulgaristan'a kaçak olarak giden Sabahattin Ali Kırklarelinde, sınır yakınlarındaki orman alanında ölü olarak bulunur.
Onun ölümününün asıl sebebi ise halen gizlidir. Bazıları onun bir hırsız tarafından öldürüldüğü, bazıları bu ölümün önceden gerçekleştirilen suikast olduğunu, bazilaryisa polis şubesine götürülerek, orada gördüğü işkenceler sonucu öldüğünü söyler.
Kitap hakkında yazmadan önce onu da belirteyim ki, yazar "Kürk mantolu madonna" ya roman yok, uzun hikaye, yani novella demeyi daha çok uygun görüyordu.
Romanın baş kahramanları Raif efendi ve Mario Puderdir. Raif effendi içe kapanık, melankolik ve insanlardan uzak duran, hiç kimseyle derdini paylaşmayan, her türlü haksızlığa göz yumup sessiz kalan biridir. Fakat bir gün bu tür insan bir olay sonucu tamamen degisen yeni bir insana dönüşür. kitap gerçekten çok ilginçti. 213 sayfa olmasına rağmen "Kürk Mantolu Madonna" yı bir nefese okudum diyebilirim. Yazarın yazma stili, kitabın kahramanlari, onların düşünceleri, bütün bunlar insanı o kadar çeker ki, insan kitabı elinden birakmak istemez. Hatta bence kitabı okuyan herkes herhangi kahramanda az da olsa kendisini görecektir.Kitapta bahsedilen Kürk manolu Madonna'yı ise yazar Andreas del Sartonun "Madonna delle Arpie" tablosuna benzetiyor. Bir hatirlatma yapiyim , bu tablodan Dostayevskinin "Cinler", F.Kafkanın "Dönüşüm" ve Safanın "Matmazel Noraliyanın koltuğu" adlı romanlarında da kullanıldı.
Maria Puder eserin ikinci baş kahramanı ... Onu Raif Efendi ile mukaisede daha açık sözlü, kararlı, erkek huylu karakter olarak görüyoruz. Yine de bir çok benzer özellik bir birine bağlanır, birbirlerini seviyorlar. Yazar Maria'nın dili ile erkeklerin kadınlarla ilgili olarak kendinden emin eylemlerini eleştiriyor.
"Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hülasa kadınlara öyle bir muamele edişleri var ki ... kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini farketmemek için kör olmak lazım. herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için yeterlidir. kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçemiyorlar. bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek ... Biz isteyemeyiz, kendiliğimizden bir şey veremeyiz ... ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururuna tiksiniyorum". (Sabahattin Ali "Kürk Mantolu Madonna")
Kaderin acı yüzü bir gün onlara görünür. Babasının vefatı ile ilgili Raif Efendi kendi ülkesine, Mariyaya Prag'a annesinin yanına gider. Eskiden sıkça mektublaşsalar da, bir gün bu mektuplar kesilir. Raif Efendi kendiligince Mariyanı hain gibi suçluyor, insanlardan daha da uzaklaşıyor, hiç kimseye inanmamağa başlar.
"Hayatta en güvendiğim insana karşı duyduğum kırgınlık,adeta bütün insanlara dağılmıştır; çünkü o benim için bütün insanlığın timsalidir.(Sabahattin Ali "Kürk Mantolu Madonna")
Eser basit, okunaklı tarzda yazılmıştır. Yazar sanatsal sorulardan kullanımıyla fikrini bizlere iletmek yolunu seçti. Zannediyorumki , gayet başarılı olmusdur.Kitabın son sayfalarına geldigimizde gerçekten romanın bitmesin hiç istemiyordum. Ama kitapta bana karanlık kalan bir nokta vardı. Sanki kitabın sonu biraz eksik kaldı, tam olarak anlatilmamis bazı şeyler.
Bir çok insan kitapta yazılı olayların 2 yıl süreyle Almanya'da yaşayan Sabahattin Ali'nin başına geldiğini, orda yaşadıklarını kaleme aldığını düşünür. Buna düşünmeye hakları da var. Çünkü ... Size ilginç bir konu soyleyim.. Sabahattin Ali öldükten sonra onun cebinde bir kağıt parçası bulunmuştu ve o kağıt parçasında aynen şöyle yazılmıştı: Kürk mantolu Madonna öyle ölmedi ...
Anlasilan yazarın ölümü gibi, Kürk mantolu Madonna'nın da ölümü sır olarak kalacak
Kitaptan Hoşuma giden cümleleri sizlere aktarmak istiyorum:
İnsanlar birbirinin maddi yardımlarına ve paralarına değil, sevgilerine ve alakalarına muhtaçtırlar.
Bu olmadıktan sonra, aile sahibi olmanın hakiki ismi, "birtakım yabancılar beslemek"ti.
Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi herhalde, "Bu öyle olmayabilirdi!" düşüncesi, yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.
"insanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyorlar.
....
muhakkak ki bütün insanların birer ruhu vardı, ancak birçoğu bunun farkında değildi ve gene farkında olmadan geldikleri yere gidecekti. bir ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman ve bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana çıkıyordu ... Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk. o zaman bütün tereddütler, hicaplar bir tarafa bırakılıyor, ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için, herşeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu "
Ruhlarımız için en lüzumlu, en kıymetli olan şeyleri birbirimizde bulduktan sonra diğer teferruatı görmemezlikten gelmek, daha doğrusu büyük bir hakikat için küçük hakikatları feda etmek, daha insanca ve daha insaflı olmaz mıydı ??
Dünyada bana hiçbir şey, tabiattan melul bir insanın zorla gülmeye çalışması kadar acı gelmemiştir.
Seni deli gibi değil, gayet aklı başında seviyorum...